Samstag, 27. August 2011

Generaller ve teknik direktörler



AKP hükümeti, Türkiye’de geçmiş hükümetlerin, ordunun PKK ile gerçekten savaşmadığına milleti inandırmayı başardı gibi. Işık Koşaner’in son ses kayıtları da bunun cilası oldu.
Şimdi Türk tarafında sokakta kimi çevirsen PKK’ye karşı Türk ordusunun zaafiyet içinde olduğunu bunun giderilmesi durumunda bu savaşı kesin olarak kazanacaklarını söyler. Özel birlikler der, kale gibi karakollar der, Kobra der, F-16 der. Kirpi der. Der de der.
Birçok insan Kürdistan’da yürüyen savaşı futbol maçı gibi algıladığından Türk ordusunun PKK’yi nasıl eze eze yenemediğini bir türlü çözemez. „Bizim takıma forvet lazım“, „tekmeye kafa uzatacak adam lazım“ kafasından hareketle „şu silahı getirelim“, „şu adamı öne sürelim“, „şu bombayı kafalarına ekleştirelim“ diyerek kendince yeni taktikler geliştirir durur.
Hani tüm spor yazarları, taraftarlar takımlarının teknik direktörlüğüne soyunur ya, Türkiye’nin bir kısmı da Kürdistan’da yürütülen savaş konusunda aynı psikolojiyi yaşıyor.
En çok da güvenlikçi, akıl verici köşe yazarları.
Türk hükümetiniden biri gelip „Arkadaşım gel seni bu işlerin başına getirelim“ diye teklif gitse „geç bile kaldınız“ diyerek kabul edecek. O kadar yani!
„Kandil’e marş marş„ diyeni mi dersiniz, „Çarçela’ya girin Çarçela’ya“ diyeni mi. Ya da „suikast timleri gönderin“ diyeni mi. Ne ararsanız var.
***
Tam bir psikolojik harekat aslında. Son hava saldırılarında açık açık gördük.
Öyle bir hava estiriyorlar ki sanki Güney Kürdistan’da bombalanan alanlar üç beş dönüm arazi, PKK’liler de içinde köstebekler gibi sağa sola kaçışıp kendilerini üzerlerine düşen kazan bombalarından sakınmaya çalışıyor.
PKK’nin Güney Kürdistan’da kontrol ettiği alanın neredeyse Hollanda büyüklüğünde olduğundan haberleri yok herhalde. Buna arazinin reel yüzölçümünün engebeler nedeniyle iki üç katına çıktığını eklemiyorum dikkatinizi çekerim.
Dört gün milyonlarca TL harcanıp uçaklar kaldırıldı, bir sürü nokta vuruldu, alınan sonuç ortada.
Şimdi Ramazan’dan sonra bir kara harekatı bekleniyor. (Askerlerin hepsi oruçlu herhalde. O yüzden şimdi kara harekatına çıkamıyorlar.)
***
AKP hükümeti her kalemde geçmiş bütün hükümetlerden daha iyi bir karnesi olduğunun propagandasını yaptığı gibi şimdi PKK’yle savaşta kazanacağı başarıları da bu yönlü olarak kullanmanın peşinde.
Ama uyarması bizden PKK ile savaş ne duble yol döşemeye ne de Beyoğlu’ndaki sokaklardan masa kaldırmaya benzer.
PKK’nin tabanı ve kadrosu, AKP’nin maymuna çevirdiği ulusalcı taban ve kadrolara hiç benzemez.
Kürt dağları da Sri Lanka düzü değildir.
***
2004 yılında Hevsel Bahçelerinde neler yaşandığı hatırlar mısınız?
İki PKK gerillası daracık bir alanda kıstırılmıştı. Ve 12 gün tam 12 gün havadan helikopterler bombaladı. Özel timler, bordo bereliler sürekli ateş altında tuttu. Termal kameralarla dakika dakika gözetlendi. Sonuna iki gerilla da vuruldu.
Hevsel’i 12 günde alan bir ordunun tüm Güney Kürdistan sınır hattından PKK’yi ne kadar zamanda sökebileceğinin hesabı nasıl yapılır bilmem.
***
Güney Kürdistan’a bir kara operasyonunda Türkiye çok büyük bir darbe yiyebilir. Bu darbe AKP hükmetinin de sonunu getirebilecek güçte bir darbe de olabilir.
AKP ve Recep Tayyip Erdoğan iktidara muhtaç. Erdoğan çok iyi biliyor ki iktidarı biraz sallansa kendini Yüce Divan’ın karşısında bulacak. Tüm ulusalcı güçler böylesi bir fırsatı kolluyorlar. O yüzden aslında büyük bir tedirginlik ve korku içindedir. Saldırganlığının altında da bu yatmaktadır.
Artık ordu da AKP’nin kontrolünde. Yani olası bir başarısızlığın hiçbir bahanesi, telafisi yok.
***
Aynı şey Kürtler ve PKK için de geçerli. Her ne kadar Kürt hareketi çok avantajlı olsa da PKK çok kritik bir eşikte. Türkiye eğer ilk saldırılarında sonuç alırsa saldırı şiddeti artarak devam eder. Ama ilk direnişin düzeyi bütün saldırı konseptini boşa da çıkarabilir.



(27 Ağustos 2011 - Yeni Özgür Politika)

Samstag, 20. August 2011

Sinir ötesi güvenlik uzmanları



Tüm araştırmalarımıza rağmen sadece sinir bozucu oldukları için mi yoksa sirk ayısına benzediklerinden ötürü mü Türk televizyonlarındaki güvenlik uzmanları komik gözüküyor henüz çözebilmiş değiliz. Bunlara bel bağlayan medya işi o kadar ileri götürdü ki „PKK kahinleri” bile türedi.
Adamın biri vaktiyle demiş ki „PKK önümüzdeki günlerde Karadeniz’de eylem yapabilir.” Ardından Kastamonu’daki mesele oldu, şimdi „Cinci Hoca” muamelesi görüyor. Üşenmedim oturup araştırdım, 2000-2005 yılları dışında PKK son 20 senedir her sene Karadeniz’de eylem yapmış. PKK’nin Karadeniz’de eylem yapacağını tahmin etmek pek de zor bir şey değil yani. Gel de bunu medya palyaçolarına anlat.
Önce başımıza emekli paşaları çıkardılar. PKK’yle mücadele konusunda başarısızlığın dibine vurmuş garabeler ekranları işgal edip millete akıl verir oldu.
Biz bunlar arasında en çok Osman Pamukoğlu paşayı beğenirdik. Tek bir PKK’linin bile burnunun kanamadığı operasyonları büyük zaferler olarak yutturan Pamukoğlu sonra parti kurdu. „1 milyonu aşkın üyem var” dedi ama sonuçta ilkokul bir talebesinin abaküs kullanarak hesaplayabileceği kadar oy alıp yerine oturdu.
***
Soru-Cevap
„Terörle mücadeleyi” kimler yürütüyor evladım?
İşte böyle dengesizler yürütüyor.
***
İşler o kadar çığrından çıkmış ki Erdal Sarızeybek için „efsane komutan” diyenler var. Adamın efsane olduğu Hakkari şimdi „kurtarılmış bölge” oldu olacak.
Artık Sarızeybek neler yaptıysa, ne tür efsanelere imza attıysa Hakkari halkı Kürtlüğe öyle bir yüzünü döndü ki ne asker ne polis ne kaymakam ne vali sokaklarında rahatça dolaşamıyor.
Sonra bu ve benzerleri kalkmış millete akıl veriyor.
***
Ordunun dişi tırnağı söküldü ya artık bu emekli paşalar televizyonda pek boy göstermiyor. Bunların yerlerini sivil ve polis kökenli uzmanlar aldı.
Ne yalan söyleyeyim emekli paşalar bunlarda daha iyiydi. 50 metre yakınında mutfak tüpü patlasa korkudan ödü kopacak adamlar devlete Kürdistan’ı yakıp yıkmanın aklını veriyor. Korumlarla, istihbarat desteğinde geziyorlar.
***
Şimdilerde de Türk ordusu Güney Kürdistan’daki PKK kamplarına „bomba yağdırıyor”. Tüm basında bir seferberlik havası hakim. Militarizmin toplumsal hezeyana cevap olduğu zamanlardan geçiyoruz.
Silvan’da PKK gerillalarına operasyon düzenleyen askerler ölür, Türk toplumu gaza geliyor.
Hakkari’ye adam öldürmek için son yılların en büyük yığınağı yapılır, PKK’liler buna karşı eylem yapınca Türk toplumu gaza geliyor. Milliyetçilik bayrakları açılıyor, savaş davulları çalınıyor, uçaklar kalkar bilmem kaç tonluk bombaları Güney Kürdistan’a yağdırıyor.
***
Soru-Cevap
Türk milliyetçisi kime denir evladım?
Öldürmeye gittiği adamların saldırısı karşısında infiale kapılana Türk milliyetçisi denir.
***
Bir de Kürt aydınlarını da militarist olmakla suçlayan ılımlı Türk aydın kesimleri var. PKK’ye militarist bir yapı gözüyle bakıyor ve çözümün önünde engel görüyorlar.
Bu medya sirkinin en komik palyaçoları da onlar. Şunu unutmayın ki Kürt halkının direnme hakkı tüm araçlarıyla meşru bir haktır. Hiçbir milletin başka bir milletin kaderi üzerinde tahakküm kurmaya hakkı yoktur.
Anlaşılmadı mı? Daha açık söyleyelim o zaman.
Türk devletinin Kürtler üzerindeki egemenliğine karşı direniş meşrudur. Türk devleti asimilasyondan, inkardan ne zaman vazgeçerse o zaman askeri saldırı ve direniş durumu ortadan kalkar. Bu kadar.



(20 Ağustos 2011 tarihinde Yeni Özgür Politika gazetesinde yayınlanmıştır)

Donnerstag, 18. August 2011

Savaşı kim kaybeder? Savaş ne kaybettirir?




Güçlü olanın her zaman kazanacağını savunmak tarihten bihaber olan budalaların işidir. Zorbalıkla başka milletleri dize getireceğini düşünmek ise ahmakların.


Eğer bu dünyanın çarkı her daim güçlüden yana dönseydi Cezayir Cezayir olmazdı. 


Geçtiğimiz yüzyılın ortalarından 1962'ye kadar Fransızlar o kadar çok Cezayirli öldürdü ki bağımsızlığı kazanan ülkenin üçte biri yetimlerden oluşuyordu. 


Cezayir Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında Fransızların 800 bin askeri, hava ve deniz gücü, gelişmiş silahları ve yerli işbirlikçileri vardı. Bunun karşısında 8 sene süren savaşta Cezayirli ulusalcıların silahlı gücü 45 bindi. Çoğu da savaş sırasında hayatını kaybetti. 


Kağıt üzerinde her şey Fransızlardan yanaydı. Ama gelgelelim savaşın sonunda arkalarına bile bakmadan ülkeden kaçan Fransızlar oldu. 


Zavallı Fransız generaller 1961'de Cezayir'de tesis edemedikleri iktidarı kendi vatanlarında bir dabe yaparak tesis etmeyi denediler, o da tutmadı. 


***


Sömürgeler tarihinin sayfalarını karıştırırsanız Cezayir'e benzer onlarca örnek bulabilirsiniz. Bunu fazla sol bir örnekleme olarak nitelendirenler açıp Kuran-ı Kerim'de Kudüslü Talut'un (kimileri Saul de der) bir avuç askerle giriştiği savaşı nasıl kazandığının anlatıldığı Bakara Suresinin 249. ayetinde neler yazdığını okusun: “Allah’ın izniyle büyük bir topluluğa galip gelen nice küçük topluluklar vardır”


***


AKP hükümetinin her kanadından artık Kürtlere karşı yürütülen savaşın daha da boyutlanacağı yönünde mesajlar geliyor. Türk siyaseti, devlet kurumları, medyası toplumu şiddetli bir savaşa hazırlamakla meşgul bugünlerde. 


Fatih Altaylı da tutup AKP'nin Ramazan'dan sonra DTK ve BDP'ye karşı büyük bir operasyon yapacağını ve 1400 kişinin tutuklanacağını yazmış. Devletin yeni gazetesi Taraf Hakkari’ye büyük bir operasyon olacağını duyuruyor.


Yeni bir KCK operasyonu olacağı yönündeki bilgiler kulaktan kulağa yayılıyordu zaten. Altaylı bu söylentileri biraz ete kemiğe kavuşturmuş. 


Türkiye'nin PKK'ye karşı bir sınırötesi operasyona hazırlandığı da sır değil. Önümüzdeki dönemde sınırın o tarafında da bu tarafında da çatışmalar yaşanacak. Bu kesin. 


***


Cevabını Türk medyasında kimsenin vermediği, veremediği soruyu soralım kendimize: “Bu savaş ve sertlik politikaları kime ne kazandıracak?”


Yazının başındaki Cezayir örneği boşuna değil. Sertlikle, güçle, zorbalıkla, bastırmayla, onbinlerce insanı cezaevine tıkmayla kazanılsaydı Fransa Cezayir'de kazanırdı. 


Fransa kaybetti. 


Fransız ordusunun Cezayir'de kaç kez zafer ilan ettiğini, kaç kez silahlı mücadele veren tüm gerillaları tasfiye ettiğini bileniniz var mı? Frantz Fanon'un “Cezayir Bağımsızlık Savaşının Anatomisi”ne bu konuda başvurabilirsiniz.


***


Türkiye de Kürtlere karşı bahsedilen düzeyde bir savaş ilan ettiği anda kaybedecek. 


Birincisi ve herşeyden önemlisi Kürt sorununda daha fazla çatışma, daha fazla şiddet Kürtler ve Türklerin bir arada yaşamasını içeren tüm çözümleri devre dışı bırakacak. Türkiye Kürtleri kaybedecek. 


İkincisi Türkiye tarihinin en büyük iç çatışmalarından birine sürüklenecek. Türkler ve Kürtlerin karşı karşıya gelmesiyle doğacak olan şiddet olaylarının sonucunun nereye varacağını tahmin etmek hiç de zor olmasa gerek. 


Üçüncüsü Kürt sorununun çözümünde militarist yaklaşımın ağırlık kazanmasıyla ordunun siyasal etkinliği yeniden yükselecek. Bu etkinlik yüzde yüz AKP hükümetine karşı dönecek ve sistem içindeki çatışmanın da önü açılacak. 


***


Ve bu savaşı PKK kazanır. Türk ordusu şu anda eli silah tutan bütün PKK gerillalarını teker teker öldürse dahi PKK kazanır. 


Bu zafer güçle alakalı değil. Tarihsel anın doğasının gereği bu. 


Türkiye'deki Kürtler arasında kök salan ulusal bilinç artık geriye döndürülemez bir ivme yakaladı. Böylesine güçlü bir ivme bir kez bir topluluk içerisinde yakalandı mı dünyadaki hiçbir güç bunun önüne geçemez. 


Türkiye işte bu yüzden iki seçenekle karşı karşıya. Ya Kürtlerle ortak vatan prensibi içerisinde demokratik bir cumhuriyet çatısı altında yaşanır ya da Kürtler Türkiye'den kopar. 


Bu denklem bu kadar basit. 


Basit olduğu kadar sonuçları da yakıcı.


(17 Ağustos 2011 tarihinde ANF'de yayınlanmıştır)

Tottenham Tottenham



Ne yalan söyleyeyim benim kalbim Tottenham’daki “çapulculardan” yana atıyor. (Bizim tanışlar ellerinde sopalar ve döner bıçaklarıyla karşılarına dikilseler de.)
Dünyayı “biz niye iş bulamıyoruz” diyen eğitimli gençler değiştirmeyecek Öğrenciliklerinin yanı sıra hobi olarak anarşistlik, komünistlik yapanlar da. Hele hele yılda bir kez dünyanın bir yerlerinde toplanıp konferanslarda birbirlerine kendi ülkelerinde neler olduğunu anlatıp sonra birbirini alkışlayan takımın hiç şansı yok.
Değişim dinamiğinin en güçlü olduğu yer en alttadır. Bu aralar İngiliz polisinin servis ettiği ve The Sun tarafından çarşaf çarşaf yayınlanan fotoğraflardaki adamlar var ya. Dünyayı değiştirmek onların elinde işte.
Her böyle gelişme sonrası “ahanda devrim geliyor”, “mülksüzler gelecek bilmem neler edecek” diyen ekibin kendi kendini tatmin etmesi kabilinden bir yorum değil bu. Dünyada bir alt-üst oluş, büyük bir değişim yaşanacaksa bunu sistemin kendisine koyduğu kuralları temelinden, mülkiyet hukukundan reddedenlerin yapacağı inancı. Hiçbir insan yokluğu, yoksulluğu, itilip kakılmayı, hor görülmeyi hak etmez. Dünyadaki en temel sorun insanların içinde oldukları yoksulluğu, yokluğu kabul etmeleridir. Yoksulların ağırlıklı bir kesimi tüm gücü, zenginlikleri ellerinde bulunduranlara karşı en temel silahlarından yoksundur: örgütlülük ve cesaret.
Bu kesimin yine ağırlıklı bir kesimi küresel ekonomik düzen dedikleri tantananın yoksulların, en alttakilerin sırtından zenginleşmenin bir formülü olduğunu idrak etmekten de uzaktır.
Dünya nüfusunun yüzde 20’sinin zenginliklerin yüzde 84’ünü elinde bulundurduğu bu sistemin hem kendi içinde hem de üçüncü dünyada büyük bir direnişle karşılaşacağı ortada. Bunun ne zaman ve nasıl olacağı meselesi var.
Tottenham küçük bir patlamadır ama önemli bir göstergedir. Birkaç bin kişinin dahi sistemin temel dinamiklerini nasıl sarsabildiğinin göstergesi.
İngiltere’de milyonlarca insanın Tottenham’daki isyancılarla benzer koşullarda yaşadığını düşünürseniz durumun ciddiyeti biraz daha anlaşılır.
Dünyanın en büyük ekonomilerinden biri olan Almanya’da da Hartz IV yardımı alanların sayısı 6,7 milyon olduğunu söylemek lazım bu noktada. Bir o kadar insan da fakirlik sınırında yaşıyor. Güçlü bir değişim hareketi Ortadoğu’daki gibi gelişmiş ülkelerdeki iktidarları, sistemi sarsabilecek bir potansiyele sahip.
Tottenham’daki hareketi bu kadar ürkütücü bulmalarının nedeni bu. Tüm medyanın ağız birliği etmişçesine isyancıları “çapulcu, adi yağmacı” olarak nitelendirmesinin nedeni de.
Dev sermaye kuruluşlarının elinde bulundurduğu medyadan farklı bir yorum ya da yaklaşım beklemek pek de gerçekçi olmazdı herhalde.
Her sistem kendi kurallarıyla oyunu oynamayı kabul etmeyeni çapulcu ilan eder. Türk devletinin Kürt isyancılarını çapulcu olarak nitelendirdiği günleri hepimiz hatırlıyoruz.
Türkiye’deki Kürt hareketi de temel olarak toplumun en alt kesimine, ezilen, hor görülen Kürt köylüsüne, sömürülen Kürt emekçilerine dayandığı için dayandığı için ayakta kalmayı başardı. Bu özelliğini yitirip orta sınıfı taban edinmeye kalksa üç günde yenilgiye uğrardı.
Devrimler tarihi en alttaki toplumsal kesimlerin dinamiklerinin şekillendirdiği bir tarihtir. Fransız Devriminde Bastille’e Fransız entelektüellerinin yürüdüğünü zannetmiyorsunuz herhalde. Petrograd’da Çar ordusunu alt edenler Komünist Parti bürokratları falan değildi.
Yakın zamana gelirsek Tunus’ta tüccarlar, gazeteciler, akademisyenler, doktorlar, avukatlar falan ayaklanmadı.
Hep en alttakilerdi.
Çünkü bir şeyleri değiştirmeyi hep ve en çok en alttakiler ister. Çoğu zaman yarattıkları değişimin sonuçlarından bihaber olsalar ve onların zaferlerinin üzerine başkaları oturup öngörülenden çok farklı bir sistem kursa da “kahreden ve yaratan onlardır”.
Bilmem anlatabildim mi?



(13 Ağustos 2011 tarihinde Yeni Özgür Politika Gazetesinde yayınlanmıştır)

Kürtler ne kaybetti, neyi kaybedebilir?



Ermeni milletvekili Aragats Aghoyan geçtiğimiz günlerde Van’ı ziyaret ettiğinde Belediye Başkanı Bekir Kaya, Kürt halkının Ermenilerin yokluğuyla çok şey kaybettiğini söylemiş.Ermeni Soykırımının siyasal sonuçlarından birinin Kürt coğrafyasının homojene yakın bir yapıya kavuşması olduğunu savunanların, İdris-i Bitlis’inin Yavuz Sultan Selim’in katliamlarına iştirakini kutsayanların var olduğunu göz önüne alırsanız Bekir Kaya gibi düşünenlerin varlığı insanın yüreğine su serpiyor.
Kürtler şimdi üzerinde yaşadıkları coğrafyanın hakimi değil yalnızlarıdır. Ermenilerin, Türkmen Alevilerin, Asurilerin, Keldanilerin, Süryanilerin kaybı bizim coğrafyamızın tarihinin en karanlık sayfalarını teşkil eder.
Kürtlerin tarihleri boyunca aldıkları en büyük yenilgi binlerce yıl boyunca yan yana yaşadıkları bu halklarla olan bağlarının bir daha aynı şekilde tesis edilemeyecek bir şekilde kopmasıdır.
Ama hiç şüphesiz asıl trajik olan bugün ata topraklarından çok uzakta yetişmelerine rağmen hala kendi kimliğini koruyan milyonlarca insanın yaşadıklarıdır.
***
Onnik Dinkjian mesela. 1929 yılında Paris’te doğmuş. Anası ve babası Diyarbakır Ermenilerinden. Paris’te bir yetimhanede büyümüş. 1940’larda ABD’ye yerleşmiş. Ermeni dilinin Digranakert şivesiyle söylediği yerel şarkılarla ünlü.
Sesi, müziği Diyarbakır kokar. Hangi Diyarbakırlıya dinletseniz “Bu adam bizim oralıdır” der.
Paris’te doğup ABD’de büyüyen birinin kendi atalarının dilini, müziğini bu kadar güçlü bir şekilde yaşatması nasıl açıklanabilir?
***
Onnik Baba öyle istisna bir figür değil. Diyarbakır Ermenileri, Harput Ermenileri, Van Ermenileri halen diasporada kendi kültürlerini yaşatıyor. Hatta Kürtçe konuşanları dahi var. Her cemaatleri bizim toprakların bir cümbüşü gibi geçiyor.
Bu da bizim coğrafyamızın büyüsü işte. Yüzyıl sonra dahi unutulmuyor, vazgeçilmiyor. Diyarbakırlı bir Ermeni Amerikalı olamıyor.
***
Aynı şey Keldaniler, Asuri-Süryaniler için de geçerli.
Bizim coğrafyamızdaki kökleri o kadar derin ki.
***
Bugüne dönecek olursak Kürtler ile bugün komşu olan, hatta bazı bölgelerde iç içe geçen Türk, Fars, Azeri, Arap haklkarıyla bir çatışma ortamı mevcut.
Farslarla Kürtlerin ortak geçmişi 4 bin yıla dayanıyor. Araplarla da aynı şekilde.
Türklerle Kürtlerin en az 1400 yıl.
Azerilerle biraz daha fazla.
Milliyetçilik, egemenlik hastalığı bizim coğrafyamızın en büyük zenginliği olan kültürel etkileşimi ve bunun sağladığı bütünleşmeyi yok edecek bir potansiyele sahip.
Yaşanacak büyük bir savaş, büyük bir kıyım hiç de uzak bir ihtimal değil. Hem de hiç.
Zaten artık bu halklar arasındaki bağlar tarihinin en zayıf noktasında. Bu bağları kurtarmak yerine bunları tamamen koparmanın siyaseti izleniyor.
İşte o zaman herkes kaybedecek.
İşte asıl o zaman bütün halklar yalnızlaşacak.
Bizim kıyametimiz de bu olacak.



(30 Temmuz 2011 tarihinde Yeni Özgür Politika Gazetesinde yayınlanmıştır)

Mittwoch, 3. August 2011

Necdet Özel'i Kürtler yargılasın



Necdet Özel'in kimyasal silahlarının kullanıldığının iddia edildiği bir operasyonu koordine ettiğine ilişkin görüntüler açığa çıktı. 

Söz konusu görüntüler PKK'ye karşı Türk ordusunun kimyasal silahlar kullandığına yönelik ciddi kanıtlar sunuyor. Hatta neredeyse kesin kanıtlar. 

Türk basınında tık yok. 

Olmaması şaşırtıcı mı? 

Hiç değil.

1990lı yıllarda Özgür Ülke, Yeni Ülke, Özgür Gündem kontrgerilla, JİTEM faaliyetlerini her gün deşifre ederken Türk basınının neler yazdığını hatırlayın. 

Kimsede tık var mıydı?

Hayır.

Özgür Gündem'in yayınladığı isim, eşgal, araç plakası, belgeleri birileri bir araya getirse kapı gibi bir kontrgerilla-kirli savaş iddianamesi çıkar. Bence hiç devlet arşivlerini şunu bunu karıştırmanıza, insanlıktan çıkmış itirafçıları konuşturmanıza gerek yok. 

Türk basını bu hikayeleri (o da sadece bir kısmını) ancak 10 sene sonra yayınlamaya cesaret etti. 

Bu gerçek göz önündeyken şimdi AKP'nin belini Necdet Özel'e bağladığı bir dönemde onun kimyasal silah kullanan bir komutan olduğu haberine yer vermelerini beklemek de herhalde hiç gerçekçi olmayacaktır.

***

Önümüzde bir suçu bu kadar açık seçik ortaya koyan deliller varken elimiz kolumuz bağlı oturamayacağımıza göre oturup neler yapılabileceğini düşünmek lazım. 

Ballıkaya'da yaşananlar ilk değil. 1980lerden bu yana Türkiye ile PKK arasında yaşanan savaşta işlenen savaş suçları dosyası oldukça kabarıktır. 

Bu savaş suçlarının araştırılması bugün Fethullahçıların arka bahçesi olan Türk mahkemelerine bırakılamaz. 

Uluslararası güçlerin elinde piyon konumunda olan Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi kurumların da ancak rüzgar Kürtlerden yana estiği, büyük güçlerinin çıkarlarının Kürtlerle kesiştiği zaman harekete geçeceği de sır değil zaten.

O zaman Özel'i Kürtler yargılasın.

***

Dünya tarihinde savaş suçlarının yargılandığı ve sivil toplumun, aydınların öncülük ettiği bir dolu sivil mahkeme var.

ABD'nin Vietnam savaşı sırasında işlediği savaş suçlarını yargılayan Russell Mahkemeleri gibi. Bertrand Russell, Jean-Paul Sartre'ın yanı sıra rahmetli Mehmet Ali Aybar da mahkeme heyetinde yer almış ve ABD mahkemede mahkum edilmişti. 

2003-2005 yılları arasında da aynı şekilde ABD'nin Irak'ta işlediği savaş suçları Russell'ınkine benzer bir şekilde kurulan bir mahkemeye taşınmıştı. Ama Vietnam savaşı sırasında yaptığı etkiyi yapamadı. 

***

Kürtler de kendi mahkemelerini kuramazlar mı? 

Yani illa mahkeme deyip vatan millet bölünecek paranoyasıyla yaşayanların bi taraflarını tutuşturmaya gerek yok. Bir girişim olsun diyelim. Ama gerçek bir iddianame oluşturacak nitelikte bir girişim. Olayları tek tek ele alacak, genel laflarla söylencelerle işi geçiştirmeyecek, tanıklarla konuşacak hatta yer yer deliller toplayıp onları koruyacak bir girişim. 

Varsın sembolik olsun. 

Ama Kürtler yargılasın. 

İddianame hazırlanır, Diyarbakır'da bir salona halk temsilcileri çağrılır, herkesin gözü önünde, kameralar önünde tanıklar konuşur, deliller sunulur, savaş suçları insanlara anlatılır. 

Oturup Türkiye'nin demokratikleşip bunların yargı önüne çıkarılmasını beklemeye gerek falan da yok. Sembolik mahkemeler yapılır, sonra ileride bir gün Türkiye'de böyle bir girişim olursa buna temel teşkil edecek güçlü bir zemin olur. 

Nasıl ki Ankara'daki siyasetçiden beklentili durum aşılmaya başlandıysa savcısından hakiminden beklentili durum da aşılsın. 

Yoksa yarın öbür gün ortada ne delil ne tanık ne de yargılayacak kimse kalacak.



(3 Ağustos 2011 tarihinde ANF'de yayınlanmıştır)

Kürtler ne kaybetti, neyi kaybedebilir?



Ermeni milletvekili Aragats Aghoyan geçtiğimiz günlerde Van’ı ziyaret ettiğinde Belediye Başkanı Bekir Kaya, Kürt halkının Ermenilerin yokluğuyla çok şey kaybettiğini söylemiş.
Ermeni Soykırımının siyasal sonuçlarından birinin Kürt coğrafyasının homojene yakın bir yapıya kavuşması olduğunu savunanların, İdris-i Bitlis’inin Yavuz Sultan Selim’in katliamlarına iştirakini kutsayanların var olduğunu göz önüne alırsanız Bekir Kaya gibi düşünenlerin varlığı insanın yüreğine su serpiyor.
Kürtler şimdi üzerinde yaşadıkları coğrafyanın hakimi değil yalnızlarıdır. Ermenilerin, Türkmen Alevilerin, Asurilerin, Keldanilerin, Süryanilerin kaybı bizim coğrafyamızın tarihinin en karanlık sayfalarını teşkil eder.
Kürtlerin tarihleri boyunca aldıkları en büyük yenilgi binlerce yıl boyunca yan yana yaşadıkları bu halklarla olan bağlarının bir daha aynı şekilde tesis edilemeyecek bir şekilde kopmasıdır.
Ama hiç şüphesiz asıl trajik olan bugün ata topraklarından çok uzakta yetişmelerine rağmen hala kendi kimliğini koruyan milyonlarca insanın yaşadıklarıdır.
***
Onnik Dinkjian mesela. 1929 yılında Paris’te doğmuş. Anası ve babası Diyarbakır Ermenilerinden. Paris’te bir yetimhanede büyümüş. 1940’larda ABD’ye yerleşmiş. Ermeni dilinin Digranakert şivesiyle söylediği yerel şarkılarla ünlü.
Sesi, müziği Diyarbakır kokar. Hangi Diyarbakırlıya dinletseniz “Bu adam bizim oralıdır” der.
Paris’te doğup ABD’de büyüyen birinin kendi atalarının dilini, müziğini bu kadar güçlü bir şekilde yaşatması nasıl açıklanabilir?
***
Onnik Baba öyle istisna bir figür değil. Diyarbakır Ermenileri, Harput Ermenileri, Van Ermenileri halen diasporada kendi kültürlerini yaşatıyor. Hatta Kürtçe konuşanları dahi var. Her cemaatleri bizim toprakların bir cümbüşü gibi geçiyor.
Bu da bizim coğrafyamızın büyüsü işte. Yüzyıl sonra dahi unutulmuyor, vazgeçilmiyor. Diyarbakırlı bir Ermeni Amerikalı olamıyor.
***
Aynı şey Keldaniler, Asuri-Süryaniler için de geçerli.
Bizim coğrafyamızdaki kökleri o kadar derin ki.
***
Bugüne dönecek olursak Kürtler ile bugün komşu olan, hatta bazı bölgelerde iç içe geçen Türk, Fars, Azeri, Arap haklkarıyla bir çatışma ortamı mevcut.
Farslarla Kürtlerin ortak geçmişi 4 bin yıla dayanıyor. Araplarla da aynı şekilde.
Türklerle Kürtlerin en az 1400 yıl.
Azerilerle biraz daha fazla.
Milliyetçilik, egemenlik hastalığı bizim coğrafyamızın en büyük zenginliği olan kültürel etkileşimi ve bunun sağladığı bütünleşmeyi yok edecek bir potansiyele sahip.
Yaşanacak büyük bir savaş, büyük bir kıyım hiç de uzak bir ihtimal değil. Hem de hiç.
Zaten artık bu halklar arasındaki bağlar tarihinin en zayıf noktasında. Bu bağları kurtarmak yerine bunları tamamen koparmanın siyaseti izleniyor.
İşte o zaman herkes kaybedecek.
İşte asıl o zaman bütün halklar yalnızlaşacak.
Bizim kıyametimiz de bu olacak.



(30 Temmuz 2011 tarihinde Yeni Özgür Politika gazetesinde yayınlanmıştır)

PKK nasıl silah bırakır?



Kürtlere dost gözüken kesimlerden tutalım en has Türk milliyetçilerine kadar uzun bir süreden beri tek gündem PKK'nin tamamen silah bırakması ya da silahlardan tamamen arındırılıp tasfiye edilmesi ve demokratik siyasal zemin içerisinde Kürt sorununa çözüm bulunması. Yaygın kanı PKK'nin silahsızlanmasının Kürt sorununun çözümünün bir aşaması olduğu.

PKK bugün Türkiye'nin Kürt sorununa kendi öngördüğü çözümü dayatması konusundaki en büyük direnç odağı konumunda. BDP'nin temsil ettiği siyasal yapılanmalar da bu direnç odağının farklı yansımaları.

Türkiye'de hatırı sayılır bir kesimin vurguladığı şekilde PKK, BDP ve diğer Kürt yapılanmaları “çözüme” engel durumundadır. 

Bir kesim hayal kırıklığına uğrar belki ama şunun söylemek gerekiyor: PKK'nin silah bırakması Kürt sorununun çözüm sürecinin en son aşamalarından biri olacaktır.

Edindiğimiz izlenim bu.

Peşinen PKK'nin silahsızlanmasını öncelikli gündem olarak ele almak Türk devletinin tek taraflı çözüm stratejisinin bir parçası olarak değerlendiriliyor. Bu çok da haksız bir değerlendirme sayılmaz. 

Evet, PKK'nin silahsızlanması mı isteniyor? 

O zaman PKK ile ya da herhangi bir Kürt örgütüyle silahlı bir çatışmanın gerekçesi olabilecek tüm koşulların ortadan kaldırılması gerekir. 

Ortada çatışmayı gerektirecek hiçbir şey kalmadığı zaman silahlı örgütsel yapılanmalar da dağılır. 

Bu kadar basit!

PKK bugün silah bıraksa ne olur? Çözüm kapıları sonuna kadar açılır mı? Doğacak olumlu atmosferle iki halkın barış içinde yaşayacağı bir çözüme ulaşılır mı?

Hayır.

Sadece Ankara'nın eli güçlenir, Kürtlerin eli zayıflar. 

Bunu görmek için çok büyük bir siyaset yorumcusu olmak gerekmiyor. 

PKK, Kürtlere karşı uygulanan baskı ve inkar politikalarının bir sonucu olarak ortaya çıktı. 

Sadece baskı ve inkar lafıyla sınırlandırmak yetmez. 

Türkiye Cumhuriyetinin kurulduğu günden bu yana Kürtler bir tehdit olarak algılandı. En ufak kalkışma hareketlerinin bile üstüne olağanüstü şiddet yöntemleriyle gidildi. 

Türkiye'de yaşayan biri için Kürt kimliğini açıkça ifade etmek daha 1990lara kadar büyük cesaret işiydi. Devlet tarafından uğranılacak baskılar bir tarafa toplum içerisinde hor görülmek, aşağılanmak korkusu bu duruma neden oluşturuyordu. Yaşı 30'un üstünde her Kürt'ün hafızasında bunu destekleyecek anılar mutlaka vardır. 

Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtlerin yaşadığı bölgeler de bilinçli bir şekilde geri bırakıldı. Toplumsal hareketleri engellemek adına feodal üst yapı ile işbirliğine gidildi. Kürtler devlet-şeyh-ağa üçgeninin egemenliğinde yaşamaya mahkum edildi. 

İşte PKK'nin 1970lerin sonunda fitilini ateşlediği Kürt mücadelesi, Kürtlere yapılan ve daha birçok alanda uzun uzun açabileceğimiz tarihsel haksızlıkların yarattığı bir patlama olarak büyüdü ve bugüne geldi. 

Bu haksızlıkların giderilmesi barışın, demokratik çözümün yolunu açacaktır. 

Şüphesiz bu saydıklarımız bugünden yarına çözülebilecek konular değil. Hatta büyük bir çoğunluğu bir çözüm anlaşmasına ulaşıldıktan sonra ancak orta ve uzun vadeli politikalarla giderilebilecek sorunlar. Ama illa ki o rotaya girilmesi gerek. 

O rotaya girilmeden PKK'nin silah bırakması bir gündem konusu bile olmaz.

Hatta o rotaya girilmeden bir genel af dahi işe yaramaz.

Silahların susması da ancak çift taraflı olur. 1999-2000 yıllarının anıları daha Kürtlerin hafızalarında tazeyken PKK'yi artık tek taraflı adımlara ikna etmek oldukça zor gözüküyor.



(27 Haziran 2011 tarihinde ANF'de yayınlanmıştır)