Dienstag, 27. September 2011

Kınamak, kınamamak ve kınayamamak üzerine



Barışçı çevrelerde (!) son günlerde en revaçta olan konu şu kınama kınamama meselesi. Hani PKK bir eylem yaptığında özellikle Kürt siyasetçilere yönelik olarak „bak sizinkiler neler yapıyor kınasanıza” denilmesinden bahsediyorum. „Devleti kınadığınız gibi PKK’yi de kınasanıza” havalarından.
Bunları dillendirenlerin arasında Kürt çevrelerinin PKK’yi açık açık kınamamaları halinde Türkiye’de bir barış sürecinin önünün açılamayacağını söyleyenler dahi var.
***
Bütün savaşların başında bir haklı-haksız vardır. Sonunda da bir kazanan-kaybeden. Aradaki her şey ise cinayettir.
Savaşlar da ancak bir tarafı yıldıracak kadar cinayet işlendiğinde biter.
Şu anda PKK ile Türkiye arasında yaşanan çatışmadaki güç dengesine bakarsanız daha onbinlerce insan hayatını kaybetse dahi iki taraftan birinin diğerine mutlak bir üstünlük kurma ihtimalinin oldukça zayıf olduğunu görürsünüz. Yani bu savaşın bir tarafın diğerini alt ederek sona ermesi çok mümkün değil.
Demek ki Türkiye’de savaşın sona ermesi için bir uzlaşma sağlanması şart. 
Uzlaşma da çatışmanın sonuçları değil nedenleri üzerine eğilinildiği zaman ortaya çıkar.
İşte tam da bunu anlamamızın önemi çok büyük.
Nedenler sonuçlardan daha önemlidir.
PKK ile Türkiye arasındaki çatışmanın nedenlerinin üzerine doğru düzgün eğilmeyip bu çatışmanın sonuçları üzerinden siyaset yürütmek, ancak bu devranın böyle gelip böyle gitmesine hizmet eder. 
Her gün yaşanan şiddet olaylarını kınama bildirileri yayınlayıp duralım.
Ne olacak?
50 yıl sonra çocuklarını soracak „Ne yaptınız o kan revan günlerinde” diye.. En fazla söyleyeceğiniz şey „Ben yazmıştım, kınamıştım” olacak. Oysa bundan çok daha fazlası lazım. Sonuçlardan daha çok nedenlerle uğraşmak lazım.
Yaşanan can kayıpları savaşın bir sonucudur. Çözüm ararken nedenlerden daha çok bu sonuçlar üzerine yoğunlaşırsak öyle bir şiddet sarmalının içine gireriz ki 30 yıl daha çıkamayız.
Bunu yaşanan insan kaybını önemsizleştirmek için söylemiyorum. Bu meselenin doğasını açıklamak için söylüyorum.
***
Tabii bu Kürt savaşında ne kendisinin ne de sülalesinden tek bi kişinin bile burnu kanamamışlar için yazıp çizmek kolay.
İnsanların intikam duygularını körüklemek, bir halkı „büyük düşman” olarak belletmek ya da Kürt’ü Kürt’e karşı kışkırtmak kolay yani.
Bedelini kendi ödemediği, ödemeyeceği için kolay.
Bu savaş daha da boyutlandığında kendisi cepheye sürülmeyeceği için kolay.
***
Kınama, kınamama, kınayamama tartışması bu çiğlikte ısrar edenlerin yeniden ısıttıkları son tartışma.
Bu tartışmanın seyri dahi insanın midesini kaldırmaz. Başlıyor adam „şunu kına” diye. Karşıdaki de diyor „sen de şunu kına”. O oradan başka bir şey çıkarıyor, diğeri başka bir şey. 30 senelik savaş sürecinde o kadar çok örnek var ki, herkesin çıkını dolu.
İşin aslından, gerçek bir barış mücadelesinden insanları uzaklaştırmanın en kestirme yolu işte. Çok barış istiyorsanız bu savaşın başladığı güne bakacak, kim haklı kim haksız onu teslim edeceksiniz.
Bu hak ve haksızlık durumundan hareketle bir anlaşma durumuna nasıl gidileceğini hesaplayacaksınız. Silahlı mücadelenin haklı nedenleri çözüme kavuşturularak ortadan kaldırığı zaman ortada kınayacak bir şey de kalmaz.
Ama bizde „barış sevenler” bunları düşünmez. Savaşanları kınar, barışmanın, barıştırmanın mücadelesi söz konusu olduğu zaman da hep mücadele verecek yerleri ağrıyor olur.



(24 Eylül 2011, Yeni Özgür Politika)

Samstag, 17. September 2011

Eşekleri vurmasınlar


Hama'nın çıkışında 13 eşeğin Suriyeli askerler tarafından kurşuna dizildiği görüntüler tüm Türk televizyonlarında “eşekleri de vururlar” başlığıyla defalarca yayınlandı. Bu görüntüleri izleyip ahlanıp vahlananların Türk ordusunun Botan'da 90lı yılların ikinci yarısında katır ve eşekleri gördükleri yerde vurduğundan haberi yok tabi. 
Yanlış okumadınız, Türk ordusunun son teknoloji ürünü silahlarla donatılmış askerleri işi gücü bırakmış dağlarda eşek katır avlıyordu. Hatta katır ve eşeklere karşı özel hava operasyonu dahi düzenlendiğini söyleyenler var. 
Hama'dakilerin suçu neydi bilmiyorum ama Botan'dakilerin suçu yardım ve yataklıktı. Gariban hayvanlar dağ kovuklarında öyle öldü gitti. Öldürülmeleri hiçbir işe de yaramadı. 
O kadar çok at, katır, eşek öldürüldü ki 1996-99 yılları arasında Botan illerinde soyları kurudu, alıcıları İran'dan ithal etmeye başladı. 
***
Eşeklerin öldürülmesinin günahı bir tarafa, izahatı da zor bir durum. Zira eşek sivil eğilimli bir hayvan. Çok anırıp yer deşifre ettiği için Kürt gerillaları tarafından pek tercih edilmez. Suyu bitince dünyayı ayağa kaldırır. Açken karşıdan gelen birini görse onun dikkatini çekmek için en üst perdeden anırmaya başlar. İnsanlar arasında ayrımcılık yapar. Hassastır. 
Buna karşın katırlar ve atlar askeri kullanıma daha uygundur. Eşeklerden çok daha güçlüdür, sessizdir, açlığa dayanıklıdır.
Eşeğin katır ve atlara karşı pozitif özelliği ise intihar eğilimli olmamaları. Katır ve atlar çok zorlandıkları zaman kendilerini uçurumdan atarken eşekler böyle bir davranışa hiç girmez. 
***
Filistinliler 2003'te bir eşeğin üzerine bombalar bağlayıp salmışlardı İsrail askerlerinin üstüne. İşe yaramadı, kimsenin burnu bile kanamadı. Eşeğin böyle eylemlere uygun olmadığını fark eden Filistinliler bir daha da bu hayvanlara karışmadı. 
Bir ara sanki Kürdistan'da da böyle bir mesele oldu diye hatırlıyorum ama kime sorduysam anımsamadı bile. Herhalde ben hatalıyım. 
***
Bu kadar insan ölürken, hayvanların ölümü üzerine bu kadar yazmak da neyin nesi diyenler olacaktır. 
Her zaman da olur. 
Meşhur bir bilimsel deneyden de örnek verilir her seferinde. İşte bir deney grubuna ekranda önce öldürülen insanlar gösterilmiş ardından da öldürülen kediler, köpekler; insanlar kedi ve köpeklerin öldürülmesine daha fazla tepki vermişler vs vs. 
***
Neden biliyor musunuz? 
Çünkü insanlığın büyük bir bölümü -çok küçük bir azınlık dışında- bugün makul gerekçelerle bir insanın öldürülebileceğine inanıyor. 
Bu beşeri medeniyetin doğası olarak kabul edilmiş bir gerçek. 
Ne kadar insanın ve kimlerin öldürülmesi konusunda ikna olduğunuz, hangi pencereden dünyaya baktığınızla alakalı bir durum. Ve nasıl programlandığınızla. 
***
Şahsen söyleyeyim benim kahramanlarımın tümü (Peter Pan hariç) adam öldürmüş ya da adam öldürülmesinin emrini vermiş insanlar. (Peter Pan da çokça adam yaralamış, kötülere çok fenalıklar yapmıştır)
Çok ayıpladığımdan, çok abes bulduğumdan değil, dünyanın düzeninin böyle döndüğünü anlatmak için söylüyorum bunları. 
Bugün dünya üzerinde güç dediğiniz kimin daha fazla adam öldürme potansiyeline sahip olduğunun orantısından başka nedir?
***
Gücün kutsandığı, insanların dev savaş makineleriyle gururlandığı bir çağda kendinden çok daha zayıf, çok daha güçsüz bir varlığı sevmek güzeldir. 
Bu yüzden hayvan sevgisi güzel ve takdir edilecek bir şey. 
Gerçek bir hayvanseverin insan öldürebileceğine inanmam ben. 
Hama'daki adamlar eşekleri öldüremeyecek kadar “yüreksiz” olsalardı, insanları hiç öldüremezlerdi. 
O yüzden işte eşekleri vurmasınlar; eşekleri “dahi” vurmasınlar.  


(17 Eylül 2011 - Yeni Özgür Politika)

Montag, 12. September 2011

Sıradan insanlar nasıl katliamcı olurlar?



Donald G. Dutton’un “Soykırım, Katliam ve Aşırı Şiddet: Neden ‘sıradan’ insanlar katliamlarda bulunur?” adlı kitabını okuyorum.
Köpeğine adamış Dutton kitabını; “keşke tüm insanlar senin hayvanlığından bir parça alsaydı” diyerek.
Daha ilk sayfasından itibaren aşağılanmaya başlanıyor ve insan olmanın aşağı taraflarını keşfediyorsunuz yani.
Kitap müthiş. Irkçı şiddetin kabile dönemindeki kökenlerinden modern devletlerin şiddet mekanizmalarına bireyi nasıl dahil ettiğine kadar birçok konudaki denemeler içindeki örneklemeler son derece çarpıcı.
En önemli soruya, yani normal insanların nasıl olup da ölüm makinalarına dönüştüğü sorusuna verilen net bir cevap yok aslında. Ama örneklerden hareketen eden okuyucu güçlü kanılar oluşturabiliyor.
Bu örneklerden en çarpıcılarından biri Japon askeri Nagatomi Hakudo’nun hikayesi.
***
İkinci Dünya Savaşı sırasnda Nanking’de görev yapan bir askerdi Nagatomi Hakudo. Orduya katılmadan önce mazbut bir hayatı vardı. Sakin sevimli bir genç olarak anlatıyordu onu yakınları.
Savaş sonrasında doktor oldu. Bir muayehane açtı. Çevresinde çok sevilen biri haline gelen Hakudo bir gün muayenehanesindeki bekleme odasının bir köşesine küçük bir bölüm yaptı. Bu bölümde isteyenler Hakudo’nun şu sözlerinin yer aldığı video kayıtlarını izleyebiliyordu:
“Pek azınız askerlerin bebekleri süngüleyip kaynar suyun içine attığını bilirsiniz. Askerler 12 ila 80 yaşları arasındaki kadınlara tecavüz edip artık kendilerini tatmin etmeyecek duruma geldiğinde öldürüyorlardı. Ben insanların kafalarını kestim, onları aç bırakıp öldürdüm, yaktım, canlı canlı yaktım. Bunların hepsinin toplamı 200’den fazla. Böylesi bir hayvana dönüşüp böylesi şeyler yapmış olmam çok korkunç. Yaptıklarımı açıklayacak hiçbir kelime yok. Gerçekten şeytanlaşmıştım.”
Hakudo’nun hastalarının sayısının bu itiraflarının ardından dramatik bir şekilde azaldığını söylememe gerek yok herhalde.
***
Gerçekten bir bireyin, bir toplumun tümünü düşman olarak kabul etme konusunda rahatça ikna olabilmesi ve korkunç bir şiddet potansiyeli gösterebilmesinin nedenlerini anlamak zor.
Örneğin Osmanlı döneminde soykırımı gerçekleştirenlerin hepsi Ermenilerin Rusların yanında yer aldığına inanmıştı. Oysa Ermenilerin Ruslara verdiği destek çok sınırlıydı.
Ruanda’da Tutsilerin çok küçük bir kısmı radikal mücadele yöntemlerini uyguluyordu. 5-6 Eylül olaylarında mağdur olanların hiçbirinin Türkiye Cumhuriyetine açık ya da gizli bir düşmanlığı görülmemişti. Saddam da Enfal sırasında hep Kürtlerin savaşta İran’ın yanında yer aldığı propagadasını yapıyordu.
Bu örnekler daha da çoğaltılabilir.
***
Toplumsal akıl tarafından ikna edildiği anda da en akıl dışı şiddet eylemlerine imza atması da birey açısından açıklanması zor bir durum.
Bir albayın emriyle teslim olmuş üç kişiyi kurşuna dizme konusunda yüzlerce askerin ikna olması gibi. Aralarından sadece birinde olaydan çok sonra ortaya çıkıp ihbar edecek kadar vicdan var. Diğerlerinin sessizliğini açıklamak isteyenler Dutton’un kitabına başvurabilirler.



(10 Eylül 2011, Yeni Özgür Politika )