Mittwoch, 13. April 2011

Tetikçinin kaderi


İttihat Terakki’nin önemli isimlerinden Ali Fuat Erden hatıratında der ki, “Cellatlara ve katillere karşı minnet borcu ağırdır. Kirli işlerde kullanılan vasıtalar, ihtiyaç ve istimal zamanında lüzumludurlar; fakar kullanıldıktan sonra baş üstünde taşınmayıp, izale edilmeleri gerekir”.

Tetikçi Ogün Samast, Hrant Dink cinayeti davasında mahkemeye bir mektup yazıp, bir iki şey çıtlatacak oldu da aklıma geldi işte.

Ali Fuat, İttihat Terakki’nin çekirdek kadrosuna çok yakın bir isim. Uzun süre Cemal Paşa’nın emir subayı olarak görev yapmış. İttihatçı tetikçileri ve akıbetlerini iyi bilen bir isimdi hiç şüphesiz.

Sonra Orgeneralliğe kadar yükseldi. Turancılık davasında Alparslan Türkeş’i beraat ettiren hakimdi. Hitler’in karargahında takılmışlığı ‘Führer’in bizzat kendisinden harekat brifingi almışlığı da vardır.

Ali Fuat’ın yediği haltları anlatmaya kalkarsak bu bahis uzar gider. Konumuza dönecek olursak...

Ali Fuat Suriye cephesinde Cemal Paşa’nın yanında iken, Serezli Çerkez Ahmed denen çok meşhur bir tetikçi vardı. 31 Mart Vakası öncesi oluşturulan Serez Çetesi’nin en gözükara adamlarından biriydi. Ermeni soykırımı sırasında Van’a gönderilmişti. Burada uyguladığı vahşet Ermenileri boğazlama konusunda ihtisas yapmış bölgedeki Kürt aşiretlerini dahi hayretler içinde bırakmıştı. Sonra İttihatçılar ona Meclis-i Mebusan üyeleri Krikor Zohrab ve Vartkes Serengülyan’ı öldürttü. Hemen ardından da askeri mahkemede yargılanıp asıldı.

İttihat Terakki’nin en gözü kara tetikçilerinden Yakub Cemil de, 1913 darbesindeki en etkili isimlerden biriydi. Bab-ı Ali baskınında Harbiye Nazırı Müşir Nazım Paşa’yı “bu adama laf anlatılır mı” diye alnından vurup öldürmüştü. Sonra Erzurum ve Bitlis’te Ermeni avına gönderildi. Emrinde cezaevlerinden toplanmış 2 bin katil vardı. Bu birlik Erzurum’da tek bir Ermeni bile bırakmadı. Sonra o da İstanbul’da kurşuna dizilerek öldürüldü.

1915’te Diyarbakır çevresinde namlı bir eşkıya olan Şaftanlı Amero Vali Dr. Reşid ve Vali Vekili Feyzi Bey tarafından 636 Ermeni önde gelenini öldürmek için görevlendirilmişti. Amero “büyük varlık göstererek” bu görevi başarıyla yerine getirdi. Dr. Reşid onu madalya vaadiyle Diyarbakır’a çağırdı ve burada 10 Çerkez tarafından pusuya düşürülerek öldürüldü.

Kör Nuri olarak tanınan Sarkışla Jandarma Komutanı Yüzbaşı Nuri Bey, kendisine gönderilen emirler doğrultusunda amele taburunda yer alan ikibine yakın Ermeni askeri öldürdü. Bu katliamın emrini verenler, onu kısa bir süre sonra tutuklattı ve idam ettirdi.

Trabzon’da binlerce Ermeni’yi öldüren Yahya Kaptan’ın sonu da aynı oldu. Rivayetlere göre Yahya Kaptan teknelere Ermenileri doldurur, Karadeniz’e açılır ve kurbanlarını süngüledikten sonra denize atardı. Onun yakın arkadaşı Topal Osman da aynı vazifeyle meşguldu. Mustafa Kemal’e muhalif bir milletvekilini öldürdükten sonra derdest edilip kafası kesildi. Sonra idama mahkum edilince cesedi mezardan çıkarılıp Ulus Meydanı’nda ayaklarından asıldı. O vaziyette üç gün asılı kaldı.

Bir de Eyüplü Deli Halid vardır. Ermeni tehciri sırasında Doğu Cephesinin komutanlarından. Savaş meydanındaki gözükaralığı yüzünden kendisine “Deli” lakabı takıldı.

Rivayete göre, Dersim’e gelmiş 1915 yılında Deli Halid. Aşiret ağaları toplanıp Mila Dağı’nın eteğinde kurulan çadırına gitmişler. O sırada Ruslar top ateşine başlamış. Halid Paşa top mermileri sağa sola düşerken hiç istifini bozmamış. Ağalar da ona uymuşlar. Bu sırada bir top mermisi çok yakına düşmüş ve Hozatlı Hasan Ağa ölmüş. Bunu gören Koçanlı İdare Ağa yürümüş Deli Halid’in üstüne ve bağırmış “Sen deli değil, zırdelisin”.

Deli Halid ordusu ve çeteleriyle birlikte Birinci Dünya Savaşı sırasında bölgedeki Ermenileri katlederek Kars’ı, Ağrı’yı, Sarıkamış’ı, Gümrü’yü aldı. Sonra Kurtuluş Savaşına katıldı ve Cumhuriyetle birlikte de adı Halid Karsıalan olarak anılmaya başlandı. 9 Şubat 1925’te İstiklal Mahkemelerinin şefi Kılıç Ali ile Meclis’te kavga ederken sırtından vuruldu. Kimin vurduğu da hiçbir zaman ortaya çıkmadı. Meclisteki bir odada, beş gün boyunca korkunç acılarla can çekişerek öldü.

Ermenilere karşı kullanılan tetikçilerin büyük bölümü benzer şekillerde öldürüldü. Bunlar Ogün Samast gibi çoluk çocuk takımından da değildi. Kurt gibi adamlardı ama pek azı sağ kalmayı başarabildi.

Eee Ogün Samast. İki astsubay seni öptü diye paşa mı yapacaklar zannettin? Daha seni çok öperler...


(08 Nisan 2011 tarihinde Yeni Özgür Politika gazetesinde yayınlanmıştır)

CHP'nin Nazi geçmişi


İkinci Dünya Savaşının ilk dönemleri. Finlandiya bataklıklarında Gustaf Emil Mannerheim'in komutasındaki Fin ordusu kendisinin üç katı büyüklüğündeki Sovyet ordusuna karşı savaşıyor. Fin ordusunun pek fazla işe yaramayan 32 tankına karşı Sovyetler 3 bini aşkın tankla ülkeyi işgal peşinde. Fin ordusu kağıt üzerinde öyle acınacak durumda. Fin askerlerinin çoğu temel donanımlardan yoksun.

Dev Sovyet ordusuna karşı Fin ordusu gerilla taktiklerine başvuruyor. Rus mevzilerine sızarak yaptıkları saldırılarda yokluğunu en çok hissettiği donanım tabii ki el bombaları.

Sovyet-Fin savaşından altı ay önce sona eren İspanya İç Savaşı sırasında Cumhuriyetçilerin elindeki T-26 tanklarına karşı Franco birlikleri son derece etkili bir silah geliştirmişti. Bu silah ağzına bir çaput sıkıştırılmış içi benzin dolu bir cam şişeden ibaretti. Çaput ateşlenip tankın paletlerine atıldığı zaman, kauçuk olan T-26 paletleri işlemez hale geliyordu.

Bu basit silahı el bombaları olmayan Fin askerleri de Sovyet ordusuna karşı kullandı. Ve Sovyet ordusuna Finlandiya'ya saldırı emrini veren dönemin Sovyetler Birliği Başbakanı (Sovyetçe Halk Komiserleri Konseyinin Başkanı) Vaclashev Molotov'a atfen, “Molotov Kokteyli” adını verdi. Bir nevi Finlilerin Molotov'a ikramı.

Molotov kokteylini son derece etkili olarak kullanan Fin ordusu Sovyet ordusunu geri püskürtmeyi başardı ve 30 Kasım 1939'da başlayan savaş 1940 yılının Mart ayında barış anlaşmasıyla sona erdi.

Vaclashev Molotov 1941 yılına kadar Sovyetler Birliği'nin Başbakanlığını yürüttü. Aynı zamanda ülkenin Dışişleri Bakanıydı. Josef Stalin'in en güvendiği adamlarından biri olan Molotov, Sovyetlerin savaş dönemindeki diplomasisinin beyniydi.

Molotov'un uzun kariyeri boyunca sinirlerini en çok bozan meslektaşı Türkiye Başbakanı Şükrü Saraçoğlu'ydu. Hani şu Fenerbahçe futbol takımının stadyumuna adını veren CHP'nin has adamı Şükrü Saraçoğlu.

İkisinin ortak noktası Naziler ile oturup kalkmışlıklarının çok olması. İkisini ayıran nokta ise birinin Nazilerin can düşmanı haline gelmesi, diğerininse Nazi Almanyasının teslim olmasının ardından koltuğundan olması.

Ne zaman CHP demokrasiden, insan haklarından, halkçılıktan bahsetse aklıma ne hikmetse Şükrü Saraçoğlu gelir. Ve onun dünya demokrasi tarihine kazandırdığı “açık oy gizli sayım” ilkesi.

1942'de Başbakanlığa getirilen Şükrü Saraçoğlu'nun yaptığı ilk iş onyıllardır Türkiye'de süren CHP sultasını bir seçimle halka onaylatarak meşruiyetini pekiştirmekti. Ama hiç şüphesiz devlet idaresi “cahil” halkın tercihlerine bırakılamayacak kadar ciddi bir işti. Bu nedenle Saraçoğlu hazırladığı seçim kanununa “açık oy, gizli sayım” ilkesini koydurttu. Yani her seçmenin hangi partiye oy verdiği görülebilecek, oyların sayımı ise gizli yapılacaktı. 1946'da yapılan seçimlerde gizli sayımı yapan CHP seçimleri kazandığını duyurdu. 1946 seçimleri CHP'nin tek başına iktidar olarak kazandığı son seçimdi. (Bu büyük zaferi benim ailemde sadece anneannem hatırlıyor)

Bir Nazi Almanya'sı hayranı olan Saraçoğlu'nun ırkçı Varlık Vergisi kanunu başka bir hikayedir zaten. Bu yasaya göre Türkiye'de yaşayan Müslümanlar kazançlarının sekizde birini, dönmeler (yani sonradan Müslüman olanlar) dörtte birini, gayrımüslimler ise yarısını vergi olarak vermekle yükümlüydü. Saraçoğlu bu yasayı uygularken hangi ülkeyi model almıştı dersiniz? Tahmin etmek zor değil herhalde: Nazi Almanya'sı...

Saraçoğlu'nun Molotov'un sinirlerini bozan özelliği de Nazi hayranlığıydı işte. Saraçoğlu döneminde İngiltere ve Sovyetlerin tüm baskılarına rağmen Türkiye, Almanya'ya çeliğin hammaddesi olan krom satışını durdurmadı. Alman silah sanayisi için hayati önemde olan krom ihtiyacının büyük bölümü Türkiye'den sağlanıyordu. Bu şekilde üretilen silahlarla neler yapıldığını anlatmama gerek yok herhalde.

Bununla da kalınmadı. Kafkaslar ve Kırım'da Sovyet ordularına karşı savaşan Nazi ordularını gözlemlemek üzere Türk subayları gönderildi. Bu subaylar Nazi harekatlarına “gözlemci” sıfatıyla katıldı.

Ha bir de aynı dönemde Turancıların Sovyet ordularına karşı Nazi saflarında yer aldığını ve Türkmenistan, Tacikistan, Özbekistan, Kazakistan, Azerbaycan ve diğer Türki cumhuriyetlerden askerler toplanarak Alman üniformasıyla savaştırıldıklarını da unutmadan ekleyelim. Acaba Türk subaylarıyla Turancı bölüklerin aynı dönemde aynı cephede olmaları bir tesadüf müydü?

Bu dönemde memleketin başında “Milli Şef” CHP'nin iftihar kaynağı İsmet İnönü vardı. İnönü Saraçoğlu'nun bu faaliyetlerine karşı ne yapıyordu peki. Herhalde duymamazlıktan geliyordu. Yoksa onaylıyor muydu?

Savaşın sonunda Nazi Almanya'sının yenilmesinin ardından Saraçoğlu Başbakanlıktan ayrıldı ve 1950'de milletvekili seçilemeyince siyasetten çekildi, 1953 yılında da öldü. Geride utançla anılacak bir miras bırakarak.

Bizim memleketinin şimdiki “solcusunun” geçmişi de böyledir. Bununla hesaplaşmadan kitleleri sokağa döküp, iktidarı sallayıp “devrim” yapmak mı? Geçiniz bu bahsi efendiler, geçiniz.

(04 Şubat 2011 tarihinde ANF'de yayınlanmıştır)

Şehvetlu padişahum ‘Kurdistan’ demez niçun?


İzlemiyorum diyip izleyenlerden değilim çok şükür. Tankut Sıkıcan rahatsızı yüzünden ‘’Şen Yuva” izlerdim, reytingi düşük diye önce kanal değiştirdi sonra bitti. Dizinin oyuncularının hemen hemen hepsinin biraz fazla kilolu olmasını çok sempatik bulduğum için ‘’Papatyam” da izlerim bazen.

Bir de Hisarbuselik vardı eskiden, onüç bölümde bitti. Fırıncı Arif’in ‘’Hayatla imtihan olmamış sevda sevda değil, hayaldir” dediği sahne hala hatırımdadır.

Herhalde bir ay oldu bu Muhteşem Yüzyıl adlı dizi memleketin gündemine gireli. Bendeniz her türlü kof muhafazakar hassasiyetle oynanmasını sevdiğim için dizinin yarattığı tartışmaların hoşuma gittiğini söylemeliyim.

Bu hafta dizi tartışmaları farklı bir mecraya taşındı. Son yayınlanan bölümde Kanuni’nin Fransa Kralı Francois’e gönderdiği mektuptaki ‘’Kürdistan” kelimesi sansürlendi diye kıyamet kopuyor. Eee memlekette hukuk, nizam var, Terörle Mücadele Kanunu var, Kanuni de olsan kar etmez; cihan padişahı da olsan fark etmez, ağzından çıkanı dört yüz yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına uyarlarlar.

Irakeyn, Nahçıvan ve Tebriz seferlerinde Kanuni’nin ordusunun yarıdan fazlası Kürdistan vilayetinden toplanan askerlerden oluşmuş olsa da söyletmezler işte. Tuhaf.

Hani o dönemde Kürt aşiretlerinin çok önemli bir bölümünün Osmanlıyla ittifak halinde olduğunu, Yavuz Sultan Selim’in Türkmen Alevilerini kılıçtan geçirmesinin ardından Kürdistan’ın neredeyse tamamen Kürtleştiğini, bu durumun Kanuni döneminde kurulan ittifaklarla daha da pekiştiğini yazsak çok mu abes olur? İşine gelen tabii Şerefhan’ın nasıl Safevilerin tarafına geçtiğini, Fil Yakub Paşa’nın 10 bin kişilik ordusuyla Bitlis üzerine yürüyüp onu nasıl katlettiğini falan yazar. Fil Yakub’un ordusunun kimlerden oluştuğunu da es geçerler.

Ve Kanuni’nin tüm şark seferlerinde ana karargahının Diyarbekir olduğunu da.

Velhasıl bunlar karışık işler. Kanuni’nin fermanının sansürlenmesi ise komik. Padişahın harem hayatını didikleyip, magazin edecek kadar cesaretleri var ama işte tarihin en ünlü belgelerinden birinde yazdığı ‘’Kürdistan” kelimesine tahammülleri yok. Padişahın şehvetinin reytingi var ama Kürdistan’ın yok işte.

Dizinin en çok eleştiri aldığı nokta Kanuni’nin cinselliğinin ekrana yansıtılması. Bu da eksik anlatılmış anladığım kadarıyla. 1521’de İstanbul’daki Venedik elçisi olan Minio, Kanuni’nin kadın cariyelerin bulunduğu sarayı sık sık ziyaret ettiğini yazar ondan ‘’şehvetli” diye bahseder. Bu dönem Kanuni’nin ilk çocuğu olan Mehmed’in doğumundan hemen sonraya denk gelir. Mehmed’in anası da Hürrem’dir. Bu da benim bir katkım olsun.

Harem demişken bu kavramın yanlış kullanımına da dikkat çekmek istiyorum. Harem daha ziyade ‘’kutsal, dokunulmaz” anlamındadır ve cinsellikle, içi kadın cariyelerle dolu bir odayla çok fazla alakası yoktur.

Misal Osmanlı padişahlarının kullandığı ünvanlardan biri ‘’hadım-ül haremeyn ül-şerifeyn”di. Yani ‘’kutsal iki mabedin hizmetçisi”. Kutsal iki mabedden kasıt Mekke ve Medine şehirleridir. Bugün bu ünvan Suudi Arabistan kralları tarafından da kullanılır.

Yine Osmanlı sarayının sadece erkeklerin girebildiği iç kısmına da ‘’harem-i hümayun” deniyordu.
Örnekler daha da çoğaltılabilir, Kudüs’teki Harem-i Şerif gibi.

Osmanlı sarayındaki padişah haremi de padişahın devlet işleri dışındaki tüm günlük yaşamının geçtiği alandı. Bu alanın mahremiyetine çok dikkat edilirdi. Sıkı harem kuralarını bozanların cezası da ölümdü.

Nihayetinde 400 yıl sonra haremde neler olup bittiği gündemimize taşındı. Bugün bunu didiklemenin cezası yok, ‘’Kürdistan” demenin var işte.

(29 Ocak 2011 tarihinde Yeni Özgür Politika gazetesinde yayınlanmıştır)

Dersim Kürtleri Ermenilere yardım etti mi?


1915'te Harput'taki kıyımdan kurtulan Ester Mugerdiçyan adlı bir Ermeni kadının “Türk Tuzağında - Bir Ermeni Ailesinin Kaçış Öyküsü” hatıratı geçti elime. Doksan yıl kadar önce yayınlanan hatıratında Mugerdiçyan, Harput'ta işlenen cinayetleri ve Dersim aşiretlerinin yardımıyla nasıl Rusların kontrolündeki bölgelere kaçmayı başardığını ayrıntılarıyla anlatıyor.

Harput yani bugünkü Elazığ Anadolu Ermeni elitinin yaşadığı önemli bir merkezdi. Soykırım başladığı zaman da doğal olarak İttihatçıların ilk hedeflediği merkezlerden biri oldu. Vali Sağıroğlu Kemahlı Sabit Bey kumandasında 1915-17 yılları arasında Harput'taki Ermenilerin hemen hemen tümü yok edildi.

Sabit Bey, CHP'nin kurucularından Sabit Sağıroğlu'dur. Soykırımdan önce uzun süre Hozat'ta kaymakamlık yaptı. İttihat Terakki'nin en güvendiği adamlardan biriydi. Elazığ'daki “işini” tamamladıktan sonra 1917'de İstanbul'a gitti ve Birinci Dünya Savaşının bitmesinin ardından Elazığ'daki Ermeni katliamından sorumlu tutuldu. Yargılanmak üzere sürgüne gönderildiği Malta'dan Mustafa Kemal'in tuttuğu İngiliz rehinelere karşılık olarak serbest bırakılan Sağıroğlu, daha sonra Elazığ ve Erzurum milletvekili olarak görev yaptı.

Daha da yakından tanımak isterseniz kendisi şarkıcı Demet Sağıroğlu'nun dedesidir. Soykırım sırasında Ermenilerin mallarıyla zenginleştiği söylenir. ABD'nin Harput Konsolosu Leslie A. Davis kendisinden “kaba, kültürsüz” bir adam olarak bahseder.

Söylencelere göre Vali Sabit Bey bu dönemde çok sayıda Ermeni'nin Harput'tan kaçarak Erzurum'u işgal etmiş durumda olan Rus bölgesine gitmelerine göz yummuştur. Davis de hatıratında Sabit Bey'in Ermenilerin şehirden kaçarak Erzurum’a gitmelerini engellemek için çok fazla tedbir almadığını anlatıyor. Tabii Ermenilerin canlarının kısa bir süre için bağışlanması ya da Diyarbakır üzerinden Suriye'ye gönderilmemek için bütün mallarını peydelpey rüşvet olarak İttihatçılara yedirdiklerini de. Ve bundan en çok Sabit Bey'in faydalandığını da.

Ermeni belgelerine göre Harput'un köylerinde yaşayan fakir Ermenilerin hemen hemen hiçbirinin bu katliamdan kurtulmadığını da burada belirteyim.

Harput'taki Ermeni elitinin Erzurum'a ulaşmak için tek kaçış yolu Dersim'di. İttihatçıların etkinliğinin son derece sınırlı olduğu ve aşiretlerin egemenliğinde olan Dersim üzerinden kaçışı büyük oranda Harput'taki Batılı ülke misyonları ve yardım kuruluşları organize ediyordu. Mugerdiçyan da katliamdan bu şekilde kurtuldu.

Mugerdiçyan hatıratında önce oğlunu para karşılığında Dersimli bir yaşlı kadına teslim ettiğini ve onun daha sonra ayarladığı bir grup Dersimliyle birlikte Harput'tan kaçtığını anlatıyor. Dersim'e geçtiklerinde yolda Ermenice şarkılar söylemeye başlıyorlar ve Ermeni kaçaklar da katılıyor kervanlarına. Ağzunik köyüne varıyorlar.

Ağzunik bugün Hozat'a bağlı bir köy. 1915'te bir Ermeni köyüymüş. Aynı dönemlerde Yukarı Pilvenk'ten Zaza Kürtlerin de gelip bu köye yerleştikleri söyleniyor.

Ağzunik köyü ABD'nin Harput Konsolosu Davis'in ifadelerine göre Rus kontrolündeki bölgelere kaçan Ermenilerin Dersim'de buluştuğu merkezdi. Buraya ulaşan Ermeniler daha sonra kuryelerle Erzurum ve oradan da Tiflis'e gönderiliyordu. Yolda kimse onları soymaya kalkmıyordu çünkü genelde Ağzunik'te yola çıkmadan önce Ermeniler yanlarındaki tüm eşyaları satıyorlardı. Tabii ki değerlerinin çok daha altında fiyatlara.

Ermeni belgelerine ayrıca bu kaçışlar sırasında özellikle Koçuşağı aşiretinin ve başındaki İbrahim Ağa'nın Ermenilere yardım ettiği ifade ediliyor. Hatta yine rivayetlere göre kaçışların yoğun olduğu süreçte İbrahim Ağa bilhassa Erzincan'da kalıyor. Bu şekilde binlerce Ermeni soykırımdan kurtuluyor.

Tabii Koçuşakları yardım ettikleri Ermenilerin yanlarındaki tüm mallarını ve paralarına da genelde el koyuyorlar. İbrahim Ağa da bu şekilde ciddi sayılabilecek bir mal varlığına kavuşuyor.

Kazım Karabekir de meşhur Dersim raporunda Batı Dersim'de İbrahim Ağa'nın Ermenilere ve bilimum “şaki”lere kucak açtığını anlatarak ondan “bugün Nalbant Nasûhi narnındaki casus olduğu sanılan bir Ermeni'yi dahi himaye biniştir. Anılan kişinin, Hükümete bağlılığı ve sadakati dâima sözde kalmıştır. Acımaksızın katli farz olan Batı Dersim'in en şerir ve en şahsiyetsiz bir şakîsidir” diye bahsetmiştir.

Koçuşağı aşireti de 1926 yılında başında 33 Kurşun olayının kahramanı Mustafa Muğlalı'nın bulunduğu Türk ordu birlikleri tarafından kıyımdan geçirildi. Birçok tarihçi harekatın Seyit Rıza ve diğer Dersim aşiretlerine gözdağı vermek amacıyla yapıldığını iddia eder. Bunun doğruluğu tartışılır zira Dersim aşiretlerinin büyük bir kısmı Koçuşağı tedibatı sırasında devletin yanında yer almışlardır. Nuri Dersimi de bu harekat sırasında devlete verilen desteği “devleti oyuna getirmek ve Koçuşağı’na gizli destek vermek” olarak açıklar. Bunun da ne kadar doğru olduğu tartışılır.

Sonuç olarak Koçuşaklarından Ermenilerin kaçışına verdikleri desteğin intikamı acı bir şekilde alındı. 6 Eylül 1926 tarihinde başlayan harekatta Mustafa Muğlalı mağaralara sığınan yüzlerce Koçuşağını teker teker öldürttü. 54 gün süren harekatın sonunda tüm Koçuşakları sürgün edildi.

Şimdi Dersim aşiretlerinin tümünün Ermeni soykırımına karşı durduğu söylenemese de özellikle Batı Dersim aşiretlerinin binlerce Ermeninin kıyımdan kurtulmasını sağladıklarını ifade etmek yanlış olmaz. Ancak tarihi işine geldiği şekilde anlatmak da doğru değil tabii. Doğu Dersim'de katledilen binlerce Ermeni'yi, 1916'da Ruslara karşı verilen savaşta Pülümür çayında öldürülenleri unutmayalım.

(27 Ocak 2011 tarihinde ANF'de yayınlanmıştır)

Milyonda bir!


Danyel Varujan Sivaslı Ermeni bir şairdi. 26 Ağustos 1915 günü yazar Roupen Sevag ve üç Ermeni tutukluyla birlikte “sürgüne” götürülüyorlardı. Yolda çırılçıplak soyulup, ağaçlara bağlandılar ve yavaş yavaş vücutlarından parçalar koparılarak öldürüldüler. Herhalde duymamışsınızdır?

Ya Elazığ’ın sokaklarında eli ayağı zincirli dolaştırıldıktan sonra kurşuna dizilen yazar Erukhan’ı? Ve Der Zor çölünde açlıktan ölen eşi ve üç çocuğunu?
Beşinci Meclis-i Mebusan üyesi yazar Simbar Beyurat peki? O da 24 Nisan günü İstanbul’da tutuklanan Ermeni aydınlardan. İşkence edile edile Ankara’ya kadar yürüdü. Orada da öldürüldü.

Bu liste daha uzar gider... 1915 Temmuz’unda öldürülen Vostan gazetesinin editorü Gümüşhaneli Dikran Çöküryan ve Sabah gazetesi editörü Diran Kelekyan. Bir de Kaçatur Malumyan vardır. Jön Türklere yakın bir Ermeni gazeteci. Tutuklandığında zabitlere bas bas bağırır: “Bu mümkün değil! Talat Paşa’nın bundan haberi yoktur.“

O’na ne mi oldu? Çankırı’ya sürgün edildi ve işkenceyle öldürüldü.

Kütahyalı Ermeni müzisyen Komitas Vartaped de “sürgüne” gönderilenler arasındaydı. Halide Edip Adıvar’la Mehmet Emin Yurdakul İttihat Terakkicilere yalvarıp yakararak onun İstanbul’a geri getirilmesini sağladı. Ama artık yolda “neler gördüyse” Vartaped çoktan delirmişti. Paris’te bir akıl hastanesinde öldü.

Ve Kürt dağlarında boğazlananlar, Der-Zor’da bir deri bir kemik can verenler, meydanlarda darağaçlarında sallandırılanlar, sövülerek dövüle dövüle öldürülenler... Gelmek istediğim nokta şu ki, İstanbul’da güpegündüz kurşunlanarak öldürülmesinin 4. yıldönümünde andığımız Hrant Dink denizde kumdur... O milyonda birdir.

Kurt Tucholsky “Fransız Şakası” adlı kitabının bir bölümünde, “Bir kişinin ölümü bir felaket, milyonlarınki ise istatistiktir” diye yazar. Herhalde bu duruma uyuyor. Sorun şimdi gerçekten 17 yaşında alık bir oğlanın eline tabancayı kimin verdiği sorunu mudur? Hrant Dink’i gerçekten kimin öldürdüğünü İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi mi çözecek?

Öyle düşünen varsa havasını alır.
Başka bir ülkede böylesi bir cinayet işlense ardından sanığa asker, polis kahraman muameleri yapsa ülkedeki siyasal yapı sallanır, toplumsal anlamda büyük değişimler olur. Bizim memlekette ise “tırt.”

Çünkü Ermenilere, gayrı müslimlere, devrimcilere, ötekilere, Kürtlere karşı işlenen suçlar söz konusu olduğunda ortak bir yaşam, tarih bilincinin Anadolu coğrafyasında insanların beyninden boşaltılmasın- dan mütevellit bir aymazlık söz konusudur.

Bu konuda ben hep Kanlı 1 Mayıs’ı örnek veririm. 34 kişinin öldüğü 1 Mayıs’ı.
Türküsü bile var: “500 bin emekçi vardı / Taksim meydanına indi” diye. Bu kadar çok görgü tanığının olduğu bir olayda nasıl kitleye ateş açanlardan bir kişi bile yakalanamaz?

Neyse konumuza geri dönecek olursak Hrant’ın birçok yazısında dikkat çektiği ortak yaşam ve tarih bilincinin unutturulması ne yazık ki Ermeniler konusunda başarılı oldu. Bu coğrafyada yaşayan bir avuç Ermeni’nin yaşadıklarına bakın anlarsınız.
Hrant’ın öldürülmesi bunun son dönemdeki en önemli göstergesi.
Şimdi soruyoruz işte “Hrant’ı kim öldürdü?” diye.

Hrant’ı kim öldürdü?
4 senedir Hrant yok?
4 senedir adalet yok?
4 senedir yüzleri yok?
4 sene önce ne olmuştu?
Vs vs vs.

Efendim mesele 4 senelik bir mesele değil. Bu memlekette 100 senedir bu devran dönüyor. (bkz: yazının başı) Öldürüle öldürüle, sürgün edile edile bitirilemeyenlerin çektikleridir gerisi.

(22 Ocak 2011 tarihinde Yeni Özgür Politika gazetesinde yayınlanmıştır)

Burası Agora meyhanesi değil


Dersim’de meyhaneler var. Eskiden de vardı.

Ben 1998’de gitmiştim Dersim merkezinde bir meyhaneye. Bizim kabilenin ihtiyarları beni götürmüşlerdi. Ayıptır söylemesi onlara ayak uyduracağız derken az daha alkol komasından gidiyorduk.

Hemen itiraf edeyim ki, Bursa’da muhacirlerin arasında da, Edirne Uzunköprü’de Trakya’nın en sağlam içici halkının arasında da, Avrupa’da içkinin sular seller gibi tüketildiği yerlerde de yaşadım ama bizim ihtiyarlar kadar dayanıklısını ne gördüm ne duydum.

Bu kadar propagandalarını yaptım ama şimdi buradan isimlerini verip şeetmek istemiyorum. Malum memlekette meyhaneler konusunda durumlar pek bir gergin.

O zamanlar bu „kadın garson“ meselesi de yoktu ama yine de ne olur ne olmaz.

***

Bizim ahali uzun bir süreden bu yana „kadın garson“ çalıştıran meyhanelere karşı isyan halinde. Son olarak iki hafta önce meyhaneler taşlandı, büyük yaygara koptu, medyaya da malzeme çıktı. İstatistikler döküldü ortaya. İşte şu kadar kişi eşinden boşanmış, şu kadar kişi meyhanelerde çıkan kavgalarda ölmüş vs vs.

Hepsi de bu meyhane sahipleri ve „kötü kadınlar“ yüzünden. Bunları tepeledik mi „kefereyi“ vatan topraklarından tepelemiş kadar olacağız. Yaratılan genel eğilim bu.

***

„Kadın garson“ çalıştıran meyhaneler Dersim’in gelenekçi yapısına uymuyor; uymaz da. İnsanlar buna tepki gösteriyor, gösterecekler de.

Bu bir sorun. Bu sorun bir çözüm istiyor.

Bu sorun ahaliyi meyhanelerin üstüne sürerek çözülür! Hem de kökten çözülür. Hiç kimse bu ahalinin karşına çıkıp „biz meyhanelerimizi istiyoruz“ diye dikilmeyeceğine göre...

Gelgelelim ama Dersim’de bu görüntülere pek alışık değiliz. Bizim böyle ahali hareketlerini Yozgat’ta, Kayseri’de, Konya’da gördüğümüzde de neler söylediğimizi şimdi buraya yazmayayım, olay çıkar.

İtirazımız şekle yani.

Dersim’de sorunların çözüm şeklinin bu olmaması lazım.

***

Kaldı ki Dersim’de Belediye BDP’nin elinde. İl Meclisi, encümen kalemlerinde BDP, EMEP çoğunlukta. Bu tür işletmelere karşı her türlü kısıtlamayı yürürlüğe sokabilecek güçteler sanırım. İçkili yerlerin şehir dışına taşınmalarından tutalım, açılış-kapanış saatlerine kadar tüm kararlar Belediye’nin yetkisinde.

Demek bunlar yetersiz kalmış ki ahali kendine „kadın garson“ çalıştıran meyhanelere karşı mücadeleyi görev bellemiş.

***

Toplumların değer yargılarını korumak konusundaki hassasiyeti gözetmek öfkeli ahalinin değil, kurumların işidir. Çok sevdiğim bir söz var: „Herkesin bekçi olduğu yerde koruyacak bir şey kalmaz.“

Toplumsal sorunlar ortak akıl ile çözülür. Bunun adresi Dersim özelinde sivil toplum kuruluşları ve belediyelerdir. Kurumlar ortak aklı temsil etmedikçe, ona uygun bir politika izlemeyince ne sorunlar çözülebilir ne de değer yargıları korunabilir.

***

Bense bir tuhaf adamım. Her şeyi bir kenara bırakıp yabancı bir şehirde odalarda hapis yaşayan, akşamları da meyhanelerde müşterilere sunulan „kötü kadınlar“ için üzülürüm. „Ahlaki çöküntüye uğramamıza sebep“ adları kısaltılarak yazılan kadınlar için.

***

Velhasıl bunlar karmaşık işler. Devletler kurulmuş, devletler batmış. Dinler çıkmış, kutsal kitaplar inmiş, cemaatler oluşmuş da kimseler bu meseleleri çözememiş. Elimizden ne gelir?

(08 Ocak 2011 tarihinde Yeni Özgür Politika gazetesinde yayınlanmıştır)

Ey aşk! Sen nelere kadir değilsin?

Mersin’de bilim insanları oturmuş Kürtler ile Türkler arasındaki ‘’sosyal mesafeyi” ölçmek için anket yapmış. 12 sene önce ‘’Bir Türk’le evlenirim” diyen Kürtlerin oranı yüzde 12,8 iken bugün yüzde 0’a inmiş. Aynı oran ‘’Bir Kürt’le evlenirim” diyen Türkler konusunda ise 1998’de yüzde 26,9 iken bugün yüzde 1,3’e gerilemiş. 

Bu da bilumum basın yayın organlarında manşet haber oldu ‘’Kürtler ve Türkler arasındaki 

sosyal mesafe açılıyor” diye.

Hiç lafı öyle dolandırmayayım, buna ‘’sosyal mesafe” diyenlerin hepsine bir dolu güzel söz söyledikten sonra Mersin’deki araştırmada ortaya çıkan sonuçların düpedüz ırkçılığı işaret ettiğini ifade edeyim. Her iki taraf açısından diye de vurgu yapayım.

Irkçılık ağır bir suçlama değil mi?

Herhalde kimsenin Türkler Kürtlerle, Kürtler Türklerle evlensin diye bir derdi yok. İsteyen istediği kişiyle evlenir. İnsanların kendi sosyal çevreleri içerisinden evlenecekleri kişiyi seçmeleri de son derece doğaldır. Ama bir kişi tutup ‘’Ben bir Türk’le evlenmem” ya da ‘’Ben bir Kürt’le evlenmem” dediği zaman iş değişir bence. Hele hele tek bir Kürt bile çıkıp ‘’Benim için hayatımı paylaşacak kadar çok sevdiğim bir insanın ırkı önemli değil” demiyorsa ortada çok ciddi bir sorun vardır.

* * *

Stanley Kramer’ın ‘’Bil Bakalım Akşam Yemeğe Kim Geliyor” filmini izlediniz mi? İzlemediyseniz mutlaka izleyin.

1967 yılında çekilmiştir bu film. Yani ABD eyaletlerinin büyük bir kısmında siyahlarla beyazların evlenmelerini yasaklayan kanunların henüz birkaç sene öncesine kadar yürürlükte olduğu bir dönemde. Ülkede açık ırkçılığın halen etkinliğini koruduğu bir dönemde.

Film siyahi bir adamla evlenmek isteyen beyaz bir genç kadının ailesine bu kararını açıklamasını konu alıyor. Siyahi müstakbel damadın ailesi de akşam yemeğine davet edilince işler iyice karışıyor tabii.

Spencer Tracy’in sevginin ne kadar muhteşem bir şey olduğunu anlatan yedi dakikalık konuşmasının ardından iki ailenin akşam yemeği için sofraya oturmasıyla sonlanıyor film. Bette Midler’ın ‘’Glory of Love – Aşkın Zaferi” şarkısı duyuluyor fonda: ‘’Biraz kazanmalısın / biraz kaybetmelisin / Evet ve her zaman biraz Blues çalınmalı kulağına/ İşte budur aşkın hikayesi ve zaferi”

‘’Bil Bakalım Akşam Yemeğe Kim Geliyor” ABD’de ve dünyada büyük yankı uyandırdı. O güne kadar sinema perdesinde bir siyah-beyaz çift görülmemişti. Bazı beyazlar filme tepki gösterdi, bazı siyahlar da. Ama filmin çekimlerinden 7 gün sonra bir kalp krizi sonucu hayatını kaybeden Spencer Tracy’nin final konuşması milyonlarca insanın zihnine kazındı. Bakış açıları değişti.

* * *

Bizim memlekette ne bir Türk’ün Kürt’le evlenmesi, ne bir Çerkez’in bir Pomak’la ne de bir Müslüman’ın Hristiyan’la evlenmesi görülmemiş şey değil. Bunların günümüzde onbinlerce örneği var. Peki şimdi Mersin’de ortaya çıkan sonuca nasıl gelindi? Buna kafa yorulabilir. Ama işin özünü biraz farklı bir açıdan ele almak da gerekli. 

Böyle durumlarda işin kolayı sistemi, yıllardır sürdürülen kirli savaşı, iktidarları suçlamaktır. Ben bu konuda ve diğer birçok konuda da klasik hukukun ‘’suçun bireyselliği” ilkesini savunanlardanım. 

Yani bir birey ırkçı bir zihniyeti savunuyorsa bunun sorumlusu her şeyden önce kendisidir. ‘’Ben bir Kürt’le evlenmem” diyen Türk de ırkçıdır; ‘’Ben bir Türk’le evlenmem” diyen Kürt de.

Bunu ‘’sosyal mesafe” olarak adlandıramazsınız. Bu düpedüz başka bir ırka yönelik olarak geliştirilen düşmanlıktır. Karşınızdakinin ırkı sizin için nasıl bir insan olduğundan, hangi dünya görüşünü savunduğundan daha öncelikli bir kriterse bunun adı ırkçılıktır. 

* * *

Tabii bu araştırmanın Türk ve Kürt halklarının genel eğilimlerini yansıttığını söyleyemeyiz. Ben araştırmaya katılan ve Türk ya da Kürt olduğunu belirten kişilerin tutumları üzerine konuşuyorum. 

Bugün ‘’Ben bir Türk’le evlenmem” diyen Kürt yarın ‘’Sen bir Türk’le evlenemezsin” de der. (Çok mu ucuz ya da bayağı bir değerlendirme mi oldu bu acaba?) Hatırlıyor musunuz 2007’de Bashika’da Müslüman bir erkeğe aşık oldu diye kafası taşlarla ezilerek öldürülen 17 yaşındaki Ezidî genç kadın Du’a Halil Asvad’ı? 

Daha iyi hatırlamak için internetteki görüntülere bir daha bir göz atın isterseniz… Ne de olsa ırkçılığın ne gibi sonuçlara varacağı en iyi uygulamada görülür. 

Çok mu abartıyorum? Mersin’deki araştırmanın sonuçlarını abartmayalım mı? Bence abartalım. Hatta çok abartalım. Hem de haddinden çok daha fazla. 



(20 Aralık 2010 tarihinde Yeni Özgür Politika gazetesinde yayınlanmıştır)

Araklama bestelere ulusal güfteler





Efendim, uyanık Alman’ın biri İstiklal Marşı’nın telif haklarını alıp 23 Nisan’da okudular diye bir okuldan ücret talep etmiş. Büyük haber! Kimse adamı yakalayıp, “ulusal dava uğruna” döve döve telif hakkını geri almasın diye ismini cismini açıklamıyor.

Şimdi memleket endişe içinde. Ya İstiklal Marşı’nın telifi bir devlet-millet düşmanının elinde çıkarsa? “Okutmuyorum, satmıyorum” diye inat edip, uluslararası alanda bir krize neden olursa?

Biraz okuyup araştırdım. Aslında hiçbir milli marşın telifini almak mümkün değil. Ancak bir sanatçının milli marşlar üzerinde yaptığı aranjelerin telifi alınabiliyor ve bunlar kullanıldığında telif hakkı talep edilebiliyor. Muhtemelen Türk hükümetini ayaklandıran olayın arkasında da böyle bir durum var. Yani geçmişte öğrencileri askeri nizamda sıraya geçirip, merdivenlerde dikilerek ve parmak sallayarak İstiklal Marşı’nı okutan kadrolu kadrosuz müzik öğretmenlerinin endişelenmesine gerek yok. 

İstiklal Marşı’nın telifi pek bir sorun yaratmaz da ama İsveç devleti vaziyete bir uyansa, Türkiye’den bayağı bir telif hakkı koparabilir herhalde. 

Hani Türk milli duygularının tavan yaptığı her türlü etkinlikte söylenen “Dağ başını duman almış, gümüş dere durmaz akar tralalala” diye devam eden Gençlik Marşı var ya. Bestesi bir İsveç şarkısı olan “Tre Trallande Jantör”den birebir araklama. 

“Tre Trallande Jantör”ü olaya biraz daha çarpıcılık katmak isteyenler “Üç Şırfıntı Kız” diye çeviriyor ama, tam olarak anlamı bu değil. Ormanda şarkı söyleyerek gezinen (muhtemelen sarışın) üç İsveçli kızdan bahsediliyor ya, direkt böyle bir çağrışım yapıyordur herhalde.

1916 yılında Selim Sırrı Tarcan ve Ali Ulvi Elöve oturup savaştan savaşa sürüklenen halka moral vermek için bir marş yapmaya karar verir. Selim Sırrı besteyi araklar, Elöve de sözlerini yazar ve marş ilk kez Öğretmen Okulu’nda söylenir. 

Marş umulmadık bir şekilde çok tutar ve 1938 yılında da bu marş Türk meclisi tarafından Gençlik Marşı olarak adlandırılır. 

Rivayete göre 1955 yılında İsveç’ten bir jimnastik ekibi Spor ve Sergi Sarayı’nda yaptıkları gösteriyi “Tre Trallande Jantör” şarkısı ile bitirirler. Tabii Türk seyircisi yerinde durur mu? Herkes ayağa fırlar hep bir ağızdan “Dağ başını duman almış... Yürüyelim arkadaşlar” diye başlarlar. İsveçli sporcular da oracıkta şaşkınlıktan apışıp kalırlar. 

“Tre Trallande Jantör”ün bestecisi Felix Körling’in torunlarına tavsiyemdir; eğer elleri dardaysa şu telif olayına bir girsinler. Türkiye onu da millileştirmek için bir sürü para sayacaktır. 

Sadece bu değil. Onuncu Yıl Marşı’nın bestesinin de araklama olduğu iddia edilir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun onuncu yıldönümü vesilesiyle bestelenen marşın girişi, Jean Jacques Rousseau’nun “La Devin du Village” operasından araklama olduğu ilk seslendirildiği günlerde dahi büyük tartışma yaratmıştır. 

“Çıktık açık alınla on yılda her savaştan” diye söyleyen bölüm Fransızca orijinalinde “Bütün saadetimi kaybettim / hizmetçimi kaybettim” güftesine denk gelir ki alakayı ara ki bulasın. Aynı melodi farklı halklarda nasıl duygular yaratıyor bakar mısınız?

Herkes bilir ama “Bir başkadır benim memleketim” şarkısının bestesinin bir hahamın aşkını anlatan bir Yahudi şarkısından araklandığını belirtmeden geçmeyeyim. “Çırpınırdı Karadeniz bakıp Türk’ün bayrağına”nın bestesi de Sayat Nova adlı bir Ermeninin “Kamanca” adlı şarkısından alınmıştır. 

Bu liste de böyle uzar gider...

Bize, bunların hepsinden bihaber küçük çocuklarken, okulda bu marşları çığırttırıp durdular. 

Hoş, bihaber olduğumuz sadece bu değildi. Uludağ’ın eteklerinde bir okulda okuyup Uludağ’ın adının Türkiye Cumhuriyeti kurulana kadar “Keşiş Dağı” olduğunu ve adını Hıristiyan geleneğinden aldığını da bilmiyorduk. 

Neyse, bari yeni kuşak kendini kurtarsın. 



(11 Aralık 2010 tarihinde Yeni Özgür Politika gazetesinde yayınlanmıştır)

Türk kedisi... Kürt kedisi... Ermeni kedisi...





Hani Türkler, Kürtler, Ermeniler birbirlerine girmedik konu bırakmadılar ya, başımıza bir de kedi meselesi çıktı. Şimdilerde üç halkın milliyetçileri, koruyucuları, ulusal bekçileri, Wan Kedisi’nin nasıl tanımlanacağı konusuna el atmış durumda. 

1955 yılında Laura Lushington adlı bir İngiliz, tutmuş memleketine Wan Kedisi götürmüş ve “Turkish Van cat – Türk Van Kedisi” olarak kayıtlara geçirmiş. O tarihten sonra da bu kediceğizlerin üstüne “Türk” damgası yapışmış kalmış. 

Şimdi de yürüyen kavga bu işte. Türkleştirilen Wan Kedisi’ni aslına geri döndürme, Türk kimliğini koruma, Kürtleştirme ya da Ermenileştirme çabalarının çatışması. 
Hatta bu çatışmanın uluslararası tarafları da var. Alman bir kedici çıkmış demiş ki, “Türkiye, Kürt kültürüne ait her şeyi yok etmeye çalışıyor. Wan Kedisi’ni Türkleştirmeye çalışıyorlar.”

***

Bu hayvan türlerinin ulus isimleriyle adlandırılması nereden çıkmıştır, bilmem.
Hele hele Bayan Lushington’un kafasına nereden esmiş de Türk kedisi yapmış Wan Kedisi’ni, hiç bilmem. 
Ne yani ,Türkler Orta Asya’dan gelirken bohçalarında kedilerle gelip, onları Wan Gölü kıyısına mı bırakmış? 
Ya da “Dört nala gelip uzak Asya’dan / Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan/ bu memleket bizim” deyip, sonra Wan ellerinde bir kedi görüp “Bu kedi de bizim” mi demişlerdir?

Wan Kedisi’nin tarihinin çok eskilere dayandığı biliniyor. Bilim insanlarının tüccar zekası az olan ve ayrıntılarla uğraşmaya meraklı kısmı, bunu da araştırmış ve Wan Kedisi’nin tam beyaz olmayan türlerindeki klasik kızıl beyaz kuyruk sembolüne, Hititlerin takılarında rastlamış. Hatta Roma İmparatorluğu’nun bölgeyi işgali sırasındaki zırh ve bayraklarda da kuyruğu halkalı beyaz büyük bir kedi resmedildiğini de tespit etmiş. 

‘Hititler zamanı’ diyorum. Bundan 3800 yıl kadar önce. Roma işgali de M.Ö. 70 yıllarına rastlıyor. 
Modern anlamdaki Türk, Kürt ve Ermeni uluslarının esamesinin dahi okunmadığı bir dönem yani. 
Wan Kedisi’nin ataları o zaman da Wan Gölü’nün çevresinde yaşıyordu ve herhalde böyle bir ulusal sorunları yoktu. Ne zaman bu egemenlik meseleleri gelişti, bu kediceğizlerin de kimlik meseleleri çıktı ortaya işte. 

***

Wan Kedisi
Wana katu 
Pisîka Wanê
Hepsi de aynı anlama geliyor. Her üç halk da kediyi isimlendirirken coğrafik bir tanımı kullanıyor. 
Anadolu’da yaşayan birinin hiç Wan Kedisi’nden bahsederken “Türk kedisi”, “Pisîka Kurdi” ya da “Hayer Katu” dediğini duyan var mı?
Herkes için o Wan Kedisi’dir. 
Bu kavga nereden çıktı peki?
İngilizler adlandırdığına göre kısa yoldan İngiliz oyunu, emperyalistlerin kışkırtması mı desek?

***

Kedilerin milliyeti, aidiyetleri falan yoktur efendiler! İnsan evladını çok fazla taktıkları da yoktur. Wan Kedileri zaten hususiyetle babalarını bile tanımamakla meşhurlardır. 

Kedi milletinin kendi sahiplerine de bir faydası yoktur. Bkz: Moğol İmparatorluğu tarihi... Cengiz Han zamanında Moğol orduları bir şehri kuşattığında, ilk gün Han’ın çadırı beyaz renkli bezden kurulurmuş. Bu eğer şehir teslim olursa, herkesin hayatının bağışlanacağı anlamına gelirmiş. 

Ertesi gün çadır kırmızı renkte açılırmış. Bu da teslim olunursa kadın ve çocuklar dışında herkes öldürülecek demekmiş. 
Üçüncü gün ise Cengiz Han kara çadır kurdururmuş. Kara çadır da artık şehirdeki herkesin öldürüleceğini ilan edermiş. 
Kara çadır, bir gün aşılmaz surlarıyla ünlü Volohoi şehri önüne kurulmuş. 
1210 yılında günlerce süren kuşatmanın ardından Han, Volohoi’ye elçi göndermiş ve kendilerine 1000 kedi verilmesi durumunda kuşatmayı kaldıracaklarını bildirmiş. Volohoi halkı da bir şevkle kedi avına çıkmış. 1000 kedi tastamam edilip Moğollara verilmiş. Moğollar da her bir kedinin kuyruğuna katranlı çaput bağlayıp ateşe verip gece vakti kedileri salmış. Kedilerin hepsi arkalarında yanan katranlı çaputla şehre dalmış ve yüzlerce yangın çıkarmış. Moğollar da rahatça şehri almış. 

Hiç Volohoi diye bir şehir duyanınız var mı? Yok. Döneminin en görkemli şehirlerinden biriydi. Kediler yüzünden yok oldu gitti. İçindeki herkes de öldürüldü. 
Tabii bizim Wan Kedisi’nin seceresinde böyle bir hainlik yazmıyor. Ama besleyen arkadaşlarımın tecrübelerinden biliyorum; öyle kıskanç, öyle kırıp dökmeye meraklı, öyle nazlı ki, düşman başına!..

Güzeldir güzel olmasına. Wan’da güzeldir ama. Bir başına güzeldir. Tüm kediler gibi güzeldir. Milliyetsiz, sahipsiz, başıboş güzeldir. 

Mahpusun Şairleri

Bedri Rahmi Eyüboğlu ile Piraye 1950 yılında Bursa Cezaevine Nazım Hikmet’i ziyarete giderler. İstanbul’la Bursa arasındaki yol parasını artık nadiren denkleştirebilen Piraye, bu nedenle Nazım’ın görüşüne pek nadir gidebilmektedir. Genelde de yanında kendisine yardım eden Nazım’ın dostları vardır. 

Ancak Bedri Rahmi ile Piraye’nin Bursa’ya gittikleri dönemde Nazım açlık grevindedir. Her ikisinin de Nazım’la görüşmesine izin verilmez. Sonra kağıda kaleme sarılır Bedri Rahmi ve şu dizeleri yazar: “Mezar arasında harman olur mu / Onüç yıl hapiste derman kalır mı? / Azrail aç susuz canın alır mı? / Döşek melul mahzun yastık batıyor / Yiğidim şahinim aman yerde yatıyor”

Hani şu Kemalistlerin 1990’lardan itibaren “Uğur Mumcu Marşı” olarak seslendirdikleri Zülfü Livaneli şarkısı var ya. İşte onun sözleri Bedri Rahmi’nin bu “Zindanı Taştan Oyarlar” şiirinden alınmadır. 

Mahpusları anlatmak şimdi medyanın işi. Her gün boy boy haberlerle neyle suçlandıkları, ne savunma yaptıkları, nerede tutuldukları, hangi hastalıktan müzdarip oldukları anlatılıyor.

Herkesin sustuğu zamanlarda mahpusları, mahpusluğu anlatmak şairlerin işiymiş. 

Nazım’dır herhalde modern zamanların en meşhur mahpus şairi. Mahpus özlemlerini, korkularını, mahpusluğun dehşetini, ölümü işler Nazım şiirlerinde. 
Nazım ilk şiirlerinden birinde Bayramoğlu adlı bir mahkumun faytonla gecenin bir yarısında idama götürülüşünü anlatır. Her bir satırında o anın dehşeti vardır:

Taşlarda yuvarlanan
nal ve tekerlek sesleri.
Seslerde seslenen sesler..
İşte bir fayton geçiyor
geçmede
geçti:
son evlerin yakınından
uzağından
ırağından..
Kara bir lanettir ki bu,
kopmuş geliyor gecenin dudağından...
(...)
Karşıdan fayton gelir,
içinde
Bayram Oğlu.
Ölümdür yolu
Bayram Oğlunun
Sonra Sabahattin Ali gelir. Bulgaristan sınırında öldürülüşüne kadar kovuşturmalarla, mahpuslukla ömrünü geçiren Sabahattin Ali. 
Sinop Cezaevini anlatır Sabahattin Ali dillerden düşmeyen “Aldırma gönül” şiirinde. Deniz kıyısında bir zindanda denizi hiç görmeden yaşayan bir mahpusu: 
“Görmesen bile denizi,
Yukarıya çevir gözü:
Deniz gibidir gökyüzü;
Aldırma gönül, aldırma”
Ve Enver Gökçe. Bir görüş günündeki ayrılığı ondan güzel anlatan var mıdır?
“İzin olsun hapisane içinde 
Seni
Senden sormalara doyamam
Yarım döner cıgaranın ateşi
Gitme dayanamam”
Ya Ahmed Arif’in mahpus sevdasını işlediği dizeler:
“Ve ellerim kelepçede,
Tütünsüz, uykusuz kaldım,
Terk etmedi sevdan beni..”

Hatta Melih Cevdet Anday’ın ABD’de Sovyet ajanı oldukları için idam edilen Ethel ve Julius Rosenberg için “Bir Çift Güvercin” şiiri vardır:

“Bir çift güvercin havalansa 
Yanık yanık koksa karanfil 
Değil bu anılacak şey değil 
Apansız geliyor aklıma 
Nerdeyse gün doğacaktı 
Herkes gibi kalkacaktınız 
Belki daha uykunuz da vardı 
Geceniz geliyor aklıma”

Hoş Melih Cevdet bu şiirinde küçük bir hata yapmıştı. Ajanslar Rosenberg’lerin idamınının Türkiye saatiyle sabah saatlerinde gerçekleştiğini duyurmuştu. Ancak idam ABD’de geceyarısı gerçekleşmişti. 

Tabii bu ayrıntı önemsiz. Düşünün Rosenberg’leri bile şairler anlatırdı o zaman. Onları soğuk ajans bültenlerinden kurtarıp idama götürülen bir mahpusun dünyasına götürürlerdi. 

Orhon Seyfi Orhon, Hasan Hüseyin, Nevzat Çelik, A.Kadir, Edip Cansever ve hatta Nazım için bir şiir kaleme alan Cahit Sıtkı ve daha sayamadığım onlarcası.
Mahpusluk üzerine yakılan türküleri, dilden dile dolaşan şarkıları anlatmıyorum bile. 
Şimdi onları anlatmak medyaya düştü. 
Eskiden şairler anlatır mı yek yek. Eskinden türkülerde, türkülerle yaşarlarmış... 



(20 Kasım 2010 tarihinde Yeni Özgür Politika gazetesinde yayınlanmıştır)

Diş gülebilir ama kalp unutmaz! (*)

2001 yılında avukat Duncan Muhumuza Laki, diktatör İdi Amin’in adamları tarafından kaçırıldığına inandığı babasının akıbetini araştırmaya başladığında aslında fazla umutlu değildi. 

Uganda’daki Kinyankole inancına sahip yerlilerin temsilcilerinden biri olan Duncan’ın babası Eliphaz Laki, bir Eylül günü evinden ayrılmış ve kendisinden bir daha haber alınamamıştı. 30 yıla yakın bir süre önce yaşanan bu olaya ilişkin Duncan’ın elinde hiçbir ipucu, hiçbir tanık yoktu. 

Belki de onun dışında herkes unutmuştu Eliphaz Laki diye birinin bir zamanlar var olduğunu...
Eliphaz Laki, İdi Amin’in iktidarı ele geçirmesinin ardından direniş gruplarının içinde yer aldı. Günümüzde Uganda’nın Devlet Başkanı olan Yoveri Museveni’nin de aralarında bulunduğu yerli liderlerinin Tanzanya’ya kaçırılmasında bizzat rol oynadı. 

Kısa bir süre sonra tutuklandı Eliphaz Laki. Cezaevindeki görevi, işkencede öldürülen arkadaşlarının cesetlerini arabaya yükleyip, çekip götürmekti. Aylar boyunca sessiz sakin bu işi yaptı. Bir gün aniden serbest bırakıldı ve evine döndü. 

O da günlerinin sayılı olduğunu biliyordu. Eşine bir veda mektubu yazarak, onu ne kadar sevdiğini anlattı. 1972’nin Eylül ayında da kaybedildi. 
2001 yılında ülkesine dönen Duncan, ilk önce babasının kaybedildiği gün kullandığı aracın kayıtlarını araştırmaya başladı. Aracın olayın ardından Muhammed Anyule adlı biri üzerine kaydedildiğini gören Duncan, özel dedektifler tutarak onun peşine düştü. Şans eseri Anyule yaşıyordu.

Anyule, Eliphaz Laki’yi öldüren 3 kişilik timin içinde olduğunu kabul etti. Kendilerine Laki’nin infaz emrini veren kişinin de Albay Yusuf Gowon olduğunu söyledi. Bu isim, soruşturmayı yürüten savcılar için son derece çarpıcıydı. Zira Yusuf Gowon daha sonra Amin iktidarı altında Genelkurmay Başkanlığı’na kadar yükselmişti. Sonra soruşturma kapsamında Anyule, Gowon ve Nursur Gille adlı bir asker tutuklandı. Yargılamanın sonunda da tümü zaman aşımı nedeniye serbest bırakıldı. O dönem Uganda’da bulunan New York Times muhabiri Andrew Rice tüm dava sürecini ve öncesini “Teeth may smile but heart does not forget – Diş Gülebilir Ama Kalp Unutmaz” adlı kitabında toplamış. Kitap inanılmaz sürükleyici bir dille kaleme alınmış ve Türkiye’de yaşananlarla paralellik kurulabilecek birçok nokta içeriyor. 

***

Kalp unutmaz ya...
Ben de hiç unutmuyorum o günü. Edirne – Uzunköprü’deydik. Çocuktum daha. 1988 Eylül’üydü. Annem Zazakî ağıtlar yakıyordu. 
Aydın Cezaevi’nde Hüseyin Hüsnü Eroğlu ve Mehmet Yalçınkaya’nın mide kanaması sonucu öldüğü haberini geçiyordu ajanslar. 
Hüseyin Hüsnü Eroğlu yakınımızdı. Tek tip elbise uygulamasına karşı gerçekleştirilen açlık grevinin 29. gününde kolunu kaldıracak takati yokken, askerler onu kalas ve dipçiklerle döve döve öldürdü. 

Tek bir kişi bile yargılanmadı bu cinayet yüzünden. “İşkence izi yok” denildi. “Her ikisi de hastaydı, tedavi kabul etmediler ve mide kanamasından öldüler” denildi. 
Hatta dönemin Başbakanı Turgut Özal dahi, “tedavi kabul etmezlerse, sonları böyle olur” şeklinde demeçler bile vermişti. 
Özal da sonra badem gözlü oldu, bu fasıla da unutuldu, gitti. 

***

Şu bir gerçek ki, Türkiye’de işler Uganda’dakinden çok daha karmaşık bir şekilde yürüyor. 
Türkiye, bırakalım geçmişte işlenen suçların sorumlularını ciddiyetle aramayı, cumhuriyet tarihinde işlediği suçlar nedeniyle yargılanan ve mahkum edilen suçlulara bizzat sahip çıkıyor. 
Bakınız: Van Özalp’taki Mustafa Muğlalı Kışlası. 
1943 yılında 33 Kürt kaçakçıyı kurşuna dizen, Türk mahkemeleri tarafından suçu sabit görülerek idama mahkum edilen ve daha sonra cezaevinde ölen Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın adının verildiği kışla yani. Açıklaması zor.

***

Dünyada darbe gören, baskıcı rejimlerle yönetilmiş tek ülke Türkiye değil. Ama Türkiye’yi onlardan ayıran önemli bir nokta var. 
Uganda’da ya da Şili’de ya da Guatemala’da ya da Güney Afrika’da geçmişin suçları o dönemin iktidarlarıyla ifade edilir. Uganda’da İdi Amin’dir. Şili’de Augusto Pinochet. Güney Afrika’da Apartheid rejimi... 
Türkiye’de ise kirli uygulamalar ve baskı politikaları, bir devlet siyaseti olarak yürütülmüştür ve yürütülmektedir. Kimin iktidarda olduğuyla kimin Çankaya’da oturduğuyla pek bir ilgisi yoktur. 
O yüzden sorumlular açığa çıkmıyor, o yüzden herkes sessizliğini koruyor, o yüzden mahkemeler harekete geçmiyor. 
Ve bir kesime de geçmişin acılarıyla yaşamak kalıyor. 
Çünkü kalp unutmuyor. 

(*) Bir Kinyankole atasözü 



13 Kasım 2010'da Yeni Özgür Politika gazetesinde yayınlanmıştır)