Samstag, 29. Oktober 2011

Dünyanın politize edilen ilk depremi



Her ne kadar bir ırkın başka bir ırktan üstünlüğünü, bir milletin başka milletler üzerindeki egemenliğini savunmanın akla mantığa sığan hiçbir yönünü bulamasam da bu milliyetçilerin kafasının çalışmadığı anlamına gelmez.

Samstag, 22. Oktober 2011

Türk milliyetçisi kime denir?


Sosyal paylaşım ağlarında dönüp duran bir sorudur bu. Bir sürü insanın birbirinden ilginç cevaplar vermişliği vardır. Daha önce sanal alemde rastladığım bir tanımlamaya yer vermiştim.  
19 Ekim günü Çukurca’daki saldırının ardından yaşanan hezeyan o kadar çok sayıda yeni „Türk milliyetçisi“ tanımını doğurdu ki bunları paylaşmak farz oldu.
İşte 19 Ekim 2011’in ardından güncellenen yeni Türk milliyetçisi tanımları:

Samstag, 15. Oktober 2011

Çukurca’daki kemiklerin sırrına dair...



Çukurca, Çele, Chal ya da Challa. Sarp dağ geçitlerinin kesiştiği bu ilçenin adı dün ilginç bir haberle gündeme geldi. Çukurca’da devlet hastanesi için yapılan kazı sırasında insan kemikleri bulundu.
Aslında kemiklerin hikayesi çok basitti. İnşaat alanı tarihi bir mezarlığın üstündeydi. Geçtiğimiz sene Belediye inşaat kararının çıkmasının ardından mezarları taşımış ama bazılarını gözden kaçırmıştı. Olan biten buydu işte.
Bu haberin Türk basınında yer alan şeklinde ise şunlar yazıyordu: „İnşaat alanına gelen bazı yaşlı vatandaşlar ise kemiklerin tarihte Ermeniler tarafından katledilen Müslümanlara ait olabileceğini ileri sürdü.”
Belli ki Doğan Haber Ajansı haberi daha da ilginç kılmak için mezarlığın geçen sene taşındığı bilgisini es geçmiş, bunun da üstüne yaşlılara dayanarak Ermenilerin „katliamcı” kimliğine vurgu yapmayı seçmişti.
Çukurca ve çevresi hiçbir dönem Ermenilerin geleneksel yerleşim alanı olmadı. 20. Yüzyılın başında Hakkari ve Yüksekova’da küçük Ermeni cemaatleri vardı. Başkale merkezinin nüfusu ise ağırlıklı olarak Ermenilerden oluşuyordu. Çukurca ve çevresi ise yoğun bir Asuri, Keldani nüfusuna ev sahipliği yapıyordu. Bunun yanı sıra o zamanlar büyükçe bir köy olan Çukurca merkezinde geniş bir Yahudi cemaati de bulunuyordu. Cemaat kaynaklarına göz gezdirdiğimizde ilçede Ermenilerin bulunmadığı ya da kayda geçmeyecek kadar az sayıda olduğunu görüyoruz.
1914’te Hakkari’nin Ruslar tarafından işgal edilmesi Kürtler ile Nasturiler arasındaki çatışmaların yoğunlaşmasına neden oldu. Çukurca da bu çatışmaların merkezlerinden biriydi. Çukurca o dönemde hem Rus ile Osmanlı orduları arasında hem de Kürtler ile Nasturiler arasındaki birçok çatışmaya sahne olmuştur.
Nasturiler ile Osmanlı-Türkiye Cumhuriyeti arasındaki çatışma 1924 yılına kadar sürdü. Kürt aşiretleri bu süre içinde sürekli olarak Nasturilerle çatışma halinde oldu. Özellikle İsmail Simko Nasturilere karşı gerçekleştirdiği katliamlarla nam saldı. 1924 yılında Çukurca’nın güneyindeki Zap vadisinde son direnç noktalarının düşmesinin ardından Hakkari’deki Hristiyan etkinliği de son buldu. Hakkari Hristiyanlarının büyük bölümü Doğu ve Güney Kürdistan’a yerleşti. Kalan Hristiyanların büyük bir bölümü de 1970’lerden sonra topraklarını terk ederek Batılı ülkelere göç etti.
Çukurca, Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda Türkiye sınırları içinde dahi değildi. Nasturilere karşı gerçekleştirilen harekatın ardından resmi olarak 1926 yılında Türkiye topraklarına katıldı.
Velhasıl yani Çukurca’da ne Ermeni katliamı oldu ne de Ermeni komitacılar Çukurca’yı yakıp yıktı. Çukurca ve çevresindeki çatışmanın karakteri çok daha değişiktir. DHA’nın umrunda mıdır bunu bilmem tabii.
Geçen sene de Çukurca’nın taş evlerinin kimler tarafından yapıldığının bilinmediğine ilişkin bir haber yapmışlardı. Tüm gezginlerin tuttuğu günlüklerdeki bilgilere ve Amediye’de yerleşik Yahudi cemaatinin belgelerine göre Çukurca’daki Yahudiler yüksekteki taş evlerin bulunduğu mahallede yaşıyordu. Taş evlerin Amediye’deki Yahudi evleriyle gösterdiği benzerliği bile ele alırsanız bu basit sonuca rahatlıkla ulaşabilirsiniz, ama işte bu coğrafyanın bize anlatılandan bambaşka bir tarihe sahip olduğunu itiraf etmek zorlarına gidiyor.
Nihayetinde Çukurca’daki Yahudiler, önce Kürt aşiretleri ve sonrasında Türk ordusunun saldırıları nedeniyle önce Amediye’ye sonra da İsrail’e göç ettiler. 1951’de de Çukurca’da kalan son Yahudiler de topraklarını terk etti.
Yüzyıllar boyunca Yahudi, Asuri, Keldani, Kürt ve Ezidilerin yanyana yaşadığı Çukurca da işte böylece Kürtlere kaldı.



(15 Ekim 2011 - Yeni Özgür Politika)

Samstag, 8. Oktober 2011

Bizim memleketin imparator ve korsanları



Rivayete göre zamanında Ege'nin en namlı korsanı yakalanıp Büyük İskender'in huzuruna çıkarılmış. "Nedir" demiş Büyük İskender, "Neden denizlerimizi istila ediyorsun?" Bizim adam yapıştırmış cevabı "Sen neden dünyayı istila ediyorsan o yüzden. Ama bir farkla; sen bu işi büyük bir donanmayla yaptığın için sana imparator, ben aynı işi tek bir gemiyle yaptığım için bana da korsan diyorlar."
Rivayet bu ya, Büyük İskender "doğru söylüyorsun" deyip korsanı serbest bırakmış. (Noam Chomsky bu hikayeden hareketle ABD'nin "terörizme karşı savaş" konseptini ve medyanın konuyu ele alış tarzını eleştirdiği kitabına "İmparatorlar ve Korsanlar" adını vermişti.)
Uzun zamandır şiddetin bir bütün reddinin mümkün olup olmadığını düşünüyorum. Yani öldürme eylemini mazur gösteren tüm nedenlerin reddedilip reddedilemeyeceğini. Nereden geldiğine bakmadan...
Şiddeti reddetmek üzerinde durmaktan ziyade şiddeti kabul etmenin, şiddeti haklı görmenin irdelenmesi herhalde daha doğru olacaktır.
Ki şiddeti haklı görmenin sorumluluğu büyüktür. Hele hele yaşanan kayıpların açtığı yaraların neye benzediğini bilenler açısından bu sorumluluk çok daha fazladır.
Bugün şiddet konusunda tartışma yürütenlerin büyük bir kısmının savaşın neye benzediği, bir insanın nasıl can verdiği konusunda çok bir fikri yoktur. Olsa da emin olun ki gerçekle arasında büyük uçurumlar vardır.
Ha fikirleri olmasına da çok imkan yoktur zaten. Savaşın neye benzediği, savaşta neler yaşandığının bilinmesi istenmez, anlatılmaz, gösterilmez. (Buna en iyi örneklerden biri Rus ressam Vasily Vereşçagin'in portrelerinin başına gelenlerdir. Vereşçagin savaş sahnelerini o kadar gerçekçi resmetmiştir ki birçok eseri ya hiç sergilenmemiş ya da ortadan kaldırılmıştır.)
Portreyi tamamlamak için daha da ileri giderek söyleyelim, savaşanların büyük çoğunluğu da savaşa neden olan siyasal politik nedenlerden, uluslararası çıkarlar ve dengelerden bihaberdir. Savaşa gönüllülerin sayısı tahmin ettiğinizden çok çok azdır.
***
Şimdi gelelim o kritik soruya: Korsanla imparator gerçekten bir midir?
Ya da PKK korsan, Türkiye devleti de imparator mudur? Şiddet paydasına geldiğimiz zaman ikisi eş midir?
PKK'nin şiddetiyle, zoruyla Türk devletinin şiddetini aynı kefeye koymak, (bırakın aynı kefeye koymayı kıyaslamak dahi) akla vicdana sığacak şey değildir. PKK konsept olarak bir saldırı hareketi olma özelliğini 1990'ların başında kaybetmiştir. Modern PKK, Kürtlerin özerklik kazanmasının sağlanmasıyla ifade edilen siyasallaşma kanallarını açmak için kendini örgütlemiş bir direnç odağıdır.
Türkiye de PKK'ye bu kanalları kapatmanın savaşımını veriyor.
PKK mücadelesinin şiddet-zor tarafını tahminen 5 bin gerillayla yürütürken; Türkiye, PKK'ye karşı faal asker, polis ve korucuları da katarsak nerdeyse 200 bin kişilik bir güçle ve elindeki tüm teknolojik imkanları seferber ederek kendi mücadelesini yürütüyor.
Denge bu iken kusura bakmayın PKK ile Türk devletinin şiddeti aynıdır diyemiyorum. İmparator yanlılarına dönüp "bakın imparatorunuz korsanlarla aynı şeyi yapıyor" diyecek kadar "beyaz" değilim çok şükür.
Aslını söylemek gerekirse güçlü (!) olanın karşısına dikilip boyun eğmeyeni savunuyorum.
***
Kürtleri tarih sahnesinden silmek adına 90 yıldır her türlü asimilasyon, baskı ve şiddet politikalarını sürdürenlerin yaptıklarının yanlarına kar kalmayacağını göstermek isteyenlerin başka ne tür bir araca başvurabileceklerini kimse söyleyebilir mi?
Şiddeti kutsayıp, insan ölümlerini yadsıdığımızı söyleyenler oluyor, olacak da. Bu tartışmada "insanlar ölmesin" diyenler hep haklı gözüküyor. Ama savaş karşıtlığı emin olun ki "insanlar ölmesin" demekten başka bir şeydir. Savaş karşıtlığı savaşın nedenlerinin hakkaniyetli bir çözümle ortadan kaldırılmasını savunmaktır. Savaşı bundan başka hiçbir şey durduramaz. Savaşan güçlere çözüm iradesinin oluşması dışında hiçbir güç de geri adım attıramaz. 



(8 Ekim 2011 - Yeni Özgür Politika)

Donnerstag, 6. Oktober 2011

Metin Altıok'tan gerilla ağıdı



Sivas'ta katledilen şair Metin Altıok 1979 senesinde hayatının dönüm noktalarından birini temsil eden Bingöl'e felsefe öğretmeni olarak atanır. Bingöl Lisesinde öğretmenlik yapan Altıok'ta derin izler bırakır bu şehir. Devrimcilerle kurduğu derin dostluklar, şahit olduğu trajediler ve şarktaki yaşam mücadelesi bambaşka bir dünyanın kapılarını açar ona.

Türkçe şiirin en önemli isimlerinden biri olan Altıok hayatını Bingöl'den önce ve Bingöl'den sonra diye ayırır hep. Bingöl'den sonra şiirinin bambaşka bir hal aldığını, dünyasının başka bir mecraya girdiğini defalarca dile getirmiştir Altıok.

Altıok'un bahsettiği derin etkilerin en çarpıcı olarak hissedildiği olay 1980'lerin ortalarında Bingöl'de iki gerillanın cenazelerinin teşhir edilmesi olayıdır. Altıok katledilen gerillalar için bir şiir kaleme alır. Ve öyle yakındır ki onlara, çırılçıplak teşhir edilen kadın gerilla için “kızım” der.

Altıok'un bu ağıdı ve onun evvelinde gelişen olayların tek kaydı Epigraf dergisine verdiği bir röportaj. Bu röportajda Altıok, Bingöl için “benim için ikinci üniversite oldu” der ve anlatmaya başlar:

“Bir gün Bingöl’e iki ceset getirdiler. Bingöl bu ölülerle çalkalandı. Herkes görmeye gidiyor. Ben de gittim. Morga götürüyorlardı cesetleri. Biri erkek, daha bıyıkları terlememiş, öbürü bir kız. Erkeğin elbiseleri üstünde, kız çırılçıplak. Ama erkeğin yüzü dümdüz, burnu yok, baldırından da lop et koparılmış, parmakları mürekkepli. Parmak izi almışlar. Çok etkilendim bu olaydan ve tabii rakıya vurdum. Sonra bir de şiir yazdım”

Altıok’un o gün kaleme aldığı şiir şöyledir:

“Öyle ak öyle ak ki teni

ipekten biçilmiş sanki

duyulmamış bu yüzden üstünü örtmek gereği

Çırılçıplak incecik, sedyede bir kız cesedi

Onparmağı boyalı

Bulaşmış ıstampa mürekkebi

Bir kızım sağsa eğer

bir kızım morgta şimdi”

Tüm araştırmalarımıza rağmen bu olayın ne zaman yaşandığını ve söz konusu gerillaların kimler olduğunu öğrenemedik. Ancak bir erkek ve bir kadın gerillanın hayatını kaybetmesinden hareket edersek sözkonusu iki gerillanın 30 Mayıs 1987 tarihinde Kiğı'da yaşanan bir çatışmada öldürülen Nafiye Öz ve Haydar Kuru olması ihtimali oldukça güçlü.

Ve yine Bingöl'de yazdığı bir başka şiiri var Metin Altıok'un. Kim için yazdığı belirsiz. Orada da kimliksiz bir cenazeden bahseder:

“Yanında dağılmış kağıtlar

Ve tütün tabakası var

Bir bez parçasıyla

Ağzını tıkamışlar

Cesetini sırt üstü

Boyunca uzatmışlar

Bir deniz kabuğunda

Dalgaları duyanlar

Boş bir mermi kovanı

Sizce nasıl uğuldar”

Altıok'un Bingöl'den bir öğrencisi ünlü şairin şehirdeki tüm demokrat ve aydınlarla yakın ilişkide olduğunu ve onların bir anlamda öncülüğünü yaptığını anlatıyor. Ve o dönemdeki birçok öğrencisinin de sonra gerillaya katıldığından bahsediyor tabii ki.

Aslında bu olaydan çok uzun zaman önce yani 1979'da Altıok, Kürdistan'daki gerçeklikle çok acı bir şekilde tanışmıştır.

Bingöl'de faşistler tarafından kurşunlanarak katledilen avukat Şakir Elçi ile Metin Altıok çok yakın dost olmuşlardır. Bingöl Lisesinde yeni göreve başlayan Altıok sürekli olarak bir araya geldikleri Elçi ile birlikte oturup Kürt müziğinden, şiirinden, siyasetten konuşurlar. Şakir Elçi'nin eşi Sema Elçi de bu süreçte Altıok'un görev yaptığı Bingöl Lisesinde öğretmendir. Bu nedenle çok daha sık görüşürler.

Altıok tam da Şakir Elçi'nin vurulduğu gün Ankara'dan otobüsle Bingöl'e gelir. Haberi alır almaz kağıt kaleme sarılır ve eşi Nebahat Çetin'e şunları yazar: “Nebahat sevgilim, Bingöl'e gelir gelmez aldım kötü haberi; Şakir Elçi'yi kent alanında beş kurşunla vurmuşlar, ölmüş. Şiir düşkünü güzelim Kürd, iki çocuk babası herkesin meccani avukatı Şakir kardeş öldürülmüş. Sana anlatmışttım beni yemeğe davet etmişti evine. Rakılar içip şiirden, Cigerxun'dan, Nazım'dan söz etmiştik. Müthiş sarsıldım. Ne kadar üzüldüm bilemezsin.”

Sonrasında yaşanan olayları ve öğrencilere uygulanan vahşeti de kaleme alır Altıok: “Biim lise boykota girdi. Öğrenciler okula gelmedi. Polis geldi, jandarma geldi. Hepimizi sorguya çektiler. Ben iki gün geç geldiğim için paçayı kurtardım. Öğrencileri boykota teşvik eden öğretmenleri arıyorlar –sanki varmış gibi- oysa hiçbir öğretmenin boykotla bir ilgisi yok.

Bingöl iyice karıştı. Hepimiz dehşetli huzursuzuz. Ders bile veremiyoruz. Baskı üstüne baskı, zulüm. On iki Mart hortladı. Ellinin üstünde öğrenci gözaltına alındı. Cop, elektrik. Çocukların gövdeleri sigara yanığıyla çiçek açtı. Kötü günler geçiriyorum.”

Ve şu sözlerle seslenir Altıok eşi Nebahat'e: “Nebahat seni çok özledim. Rüyalarıma giriyorsun. Kendine iyi bak. Beni bekle. Ne olursa olsun dönem sonuna kadar kalacağım burada. Yılmayacağım. Benim kanım Şakir'inkinden daha kırmızı değil. Amaçları hepimizi yıldırmak. Hevesleri kursaklarında kalacak...”

Metin Altıok kendi için der ya “şair olmanın günün tehlikesini bir sis çanı gibi duyurmak” olduğunu tam da buydu işte. 2 Temmuz 1993'te yakılan Madımak Otelinden yaralı kurtulan tek kişiydi. Ancak girdiği komadan çıkamadı ve 9 Temmuz'da hayata gözlerini yumdu.

Bingöl onda, o Bingöl'de derin izler bıraktı.

Hatta Fazıl Say onun için bestelediği Metin Altıok Oratoryasında “Bingöl Soneleri” adlı bir bölümde şairin Bingöl'de kaleme aldığı şiirleri besteledi.

Ve o Kürtlerin dünyasına giren ve onların yüreğine dokunan nadir Türkiyeli şairlerden biri oldu.



(26 Ekim 2010 tarihinde ANF'de yayınlanmıştır)

Samstag, 1. Oktober 2011

Anlatılmayan bir tarih: Osmanlı'da kölecilik


Tarihe özel bir ilgi duyan insanların dışında Osmanlı döneminde kölecilik konusunda bilgi sahibi olanların sayısı oldukça azdır. Osmanlı'ya nazaran çok daha kısa kölecilik dönemleri yaşamış olan birçok ülkenin tarih kitaplarında ayrıntılı anlatımlara yer verilirken Türk tarih tezinde kölecilik konusunun es geçilmesi oldukça dikkat çekici. Oysa kölecilik Osmanlı'nın bütün katmanları tarafından kabul edilen ve dinen ve hukuken kaidelere bağlanmış yüzyıllarca süren bir uygulamaydı. Bu uygulamanın en yaygın kurbanları da kadınlardı. 


Günümüzdeki Osmanlı köleciğinin farkındalığının zayıflığı herşeyden önce köleciğin sosyal ve kültürel izlerinin son derece zayıf olmasından kaynaklanmaktadır. Batılı ülkelerdeki köleciliğin ırksal ve kümeleştirici özelliğinin ön planda olması nedeniyle köleleştirilen toplulukların tarihi ve kültürü farkındalığın oluşmasını sağlıyor. Kölelerin müziği, sanatı, gelenekleri sistemlerin bize aktardıklarından daha fazla bilgi edinmemizin önünü açıyor. 


Osmanlı'daki kölecilik sistemi ise kaynağını İslam Dünyasındaki uygulamalarından aldığı için köleleştirmede ırksal ya da dinsel çok kesinleşmiş çizgiler yoktu. Osmanlı'da insanların din ya da ırk ayrımı yapılmaksızın köleleştirilmesinin önü açıktı. Kölecilik sistemini bir nevi “hizmet sektörü” olarak algılayan Osmanlı üst yapısının kurduğu yapı Batı'daki örneklerinden tamamen ayrıydı. Bu nedenle ezilen köle kesimi hiçbir zaman bir ortaklık içinde olmadı, birbiriyle bağ kuramadı, ortak bir kültür ve miras yaratamadı. Sistemde ırksal bakış açısının belirgin olmaması nedeniyle kölelerin topluma özgür bireyler olarak entegrasyonunun da önü açıktı. 


KÖLENİN YOLCULUĞU


Osmanlı İmparatorluğunun köle kaynakları oldukça çeşitliydi. 14. yüzyılda Anadolu ve Balkanlarda kurulmaya başlayan Osmanlı egemenliğinin bir sonucu olarak gayrimüslim gençler esir olarak alınırdı. Bu esirler henüz gelişmekte olan devletin en çok ihtiyaç duyduğu alanda yani orduda kullanılırdı. 


Osmanlı'nın askeri talepleri ilk kuruluş dönemindeki gibi aciliyet arzetmeyecek duruma geldiği zaman köleler her türlü hizmette kullanılmaya başlandı. 15-17. yüzyıllarda kölelerin sahiplerinin evini bekledikleri, bahçıvanlık yaptıkları, ekin sürdükleri, hammallık yaptıkları çokça görülürdü. 


Kadın köleciği ise Osmanlı'da 15. yüzyılda artık yavaş yavaş gücün çokeşli erkek egemenliğiyle ölçülmesiyle büyük bir hız kazandı. Toplumsal kabulde güçlü olan bir kişinin hareminin büyük, eşlerinin sayısının  fazla olması gerekirdi. Padişahın devasa haremini geçmemek koşuluyla tüm Osmanlı ileri gelenleri geniş bir harem oluşturmak için büyük paralar harcardı. Seferlere giden komutanların böyle bir sorunu yoktu. Onlar ganimet olarak sefer yapılan topraklardan kendilerine kadın seçer ve himayelerine katarlardı.


Kadın kölelere Osmanlı üst yapısının yoğun talebi sonucunda köle tacirleri arttı. Kapalıçarşıya yakın bir mesafede bugünkü Nur-i Osmaniye Camiinin olduğu yerde kurulan pazar Osmalı elitinin yaşadığı mekanlara yürüyüş mesafesindeydi. (Bizans döneminde de aynı yer köle pazarı olarak kullanılırdı.)


15. yüzyılın sonları ve 16. yüzyılda Osmanlı egemenliğinin doruk noktasına ulaştığı dönemlerde özellikle Akdeniz'de korsanların faaliyetleri artmıştı. Korsanlar o kadar güçlüydü ki sadece gemilere değil karadaki şehir ve kasabalara saldırarak güzel kadınları ve küçük yaştaki erkek çocukları yanlarında götürürlerdi. Bunların en güzellerinin ise rotası belliydi: İstanbul'daki köle pazarı. 17 ve 18'inci yüzyıllarda Osmanlı elitinin iyice yerleştiği Kahire'de de büyük bir pazar vardı fakat İstanbul'daki kadar büyük paralar dönmüyordu. 


İstanbul'da güzel bir kadın kölenin ederi yaklaşık 10 bin akçeydi. Rekabet çok kızıştığı zaman bu rakamın 20 bine kadar çıkıyordu. Kaba bi hesapla günümüz ederiyle 23 bin TL. (Tüm Osmanlı kölecilik tarihi boyunca en yüksek fiyatlı köle ise bir erkekti: 48 bin akçe).


Kadın kölelerin Osmanlı'ya bir diğer geliş yolu ise yabancı ülkelerin “hediye” etmesiydi. 17. yüzyıl  Sadrazamı Melik Ahmed Paşa bir keresinde 70 bakire kız ve oğlan hediye almıştı. Osmanlının egemenliği altındaki ülkelerin yabancı malikleri sık sık padişaha, sadramzama, beylerbeylerine kadın köleler gönderirdi. Çoğu zaman bu kadın kölelerin en beğenilenlerin alıkonulup diğerleri “eş dosta” hediye edilirdi. 


KÖLENİN STATÜSÜ


Osmanlı İmparatorluğundaki kölecilik uygulamasında İslami kuralların etkisi nedeniyle kölenin toplum içindeki statüsü farklılıklar gösterirdi. Osmanlıdaki kanun kölenin “insan” olduğunun farkındaydı ve onu başka bir varlık, ikinci sınıf, herhangi bir ırktan aşağı görme yaklaşımı yoktu. Bu nedenle Osmanlıda ne genel ne de dönemsel olarak kölelere açık kötü muameleden bahsetmek güçtür. 


Osmanlı hukuku köle sahiplerinin bakış açısıyla yazılmış olsa da kölelere de önemli haklar tanıyordu. Herşeyden önce kölenin kötü muameleden şikayetçi olup sahibinden alınmasını isteme hakkı vardı. Bir kölenin öldürülmesinin hafifletici bir tarafı bulunmuyordu. Ayrıca İslam hukuku kölenin kendi özgürlüğünü satın alabilmesi imkanını doğuruyordu. Diğer taraftan mükatebe olarak adlandırılan anlaşmalı köleler belli bir süre sonra özgürlüklerine kavuşabiliyor ya da isterlerse sahipleri ile olarak sözleşmelerini uzatabiliyordu. 


Kadının köleliği Osmanlı'daki ya da İslam dünyasındaki kölecilik sistemlerinde cinsel istismarın ağır bir şekilde yaşandığı bir durumdur. Batılı kölecilik sistemlerinde ırkçı, aşağı gören yaklaşım esas olduğundan köleleriyle ilişkiye giren sahiplerin sayısı oldukça azdı. Osmanlıda ise sahiplerin kadın köle almalarındaki temel motivasyonlardan biri cinsellikti.  


Kadın kölelerin hukuku da biraz bu duruma göre değerlendirilirdi. Kadın, sahibi olan erkekden bir çocuk (ümm-i veled) doğurması durumunda köle olmayan eşlerle aynı statüde değerlendirilirdi. Kadın köle kendisi ile evlenmek isteyen bir kişinin çıkması durumunda ise sahibinin izni gerekirdi. Bu durumda köle ile evlenmek isteyen erkek köle sahibine yüklü bir miktarda para öderdi. Kadın kölenin başka bir sahip tarafından alınması ise nadir rastlanılan bir durumdu. 


Sahiplerinin evinden kaçan kölelere genelde kırbaç cezası uygulanırdı. Köle sahibi köleden aldığı verimi düşürme endişesi taşıdığından bu cezaların daha ziyade hafif uygulandığından bahsedebiliriz. 


Kaçak köleleri yakalamak için “yavacı” olarak adlandırılan insan avcıları özellikle İstanbul ve Bursa'da meşhurdu. Silahlı yavacılar kaçkınların izini sürer ve onları sahiplerine yakalayıp geri götürürdü. 


TOPLUM İÇİNDE KÖLELER


Osmanlı'da kölelerin büyük bir çoğunluğu 7-8 sene gibi bir süre içinde özgür olup topluma karışırlardı. İstisnai durumlarda ise yaşlanmayla birlikte köle kesinkes azad edilirdi. Bu nedenle çok ciddi bir köle kökenli nüfus oluşmuştu. 16 ve 17inci yüzyıllarda İstanbul'un nüfusunun yüzde 20'sinin Bursa'nın nüfusunun ise yüzde 50'sinin köle kökenli olduğunu biliniyor. Köleler azad edildikten sonra da imparatorluğun ticaret ve idari merkezilerindeki alt tabaka nüfusu oluşturmakla görevlendiriliyordu sanki 


İzmir'de Sabırtaşı, Dolapkuyu, Tamaşlık, İkiçeşmelik ve Ballıkuyu mahalleleri 19. yüzyılda tamamen Afrikalı siyahların mahalleleriydi. Bu kölelerin tümünün ataları Osmanlıya tarlalarda çalışma üzere getirilmiş ve yaşlanınca azad edilmişti. 


1847'de yayınlanan bir fermanla Osmanlı toprakları üzerindeki tüm köleler azad edildi. Hiçbir zaman köleler konusunda net bir istatistik tutulmayan Osmanlı'da askeri amaçla kullanılan köleler de katıldığında 500 sene içindeki kölelerin sayısının milyonlarla ifade edildiği düşünülüyor. Yani kökenleri Anadolu'da olan insanların hatırı sayılır bir bölümünün atalarının bu topraklara Orta Asya'dan dört nala değil bir köle olarak geldiği söylenebilir. 

Kürtler neden PKK’ye destek veriyor?


Sonunda bu da oldu: Tayyip Erdoğan, PKK’ye destek veren Kürtlere çağrıda bulunarak örgüte verilen desteğin kesilmesini istedi. Başbakan Kürtlerin nasıl olup da PKK’yi desteklediğini anlamıyormuş.
Kürtlerin PKK’ye neden destek verdiğini anlamak gerçekten zor.
Düşünün ki yaklaşık 30 senedir Kürt bölgesinde ağır bir çatışma ortamı yaşanıyor. Milyonlarca insanın köyü yakılmış yıkılmış. Onbinlerce faili meçhul cinayet var. Çatışmalarda her gün Kürt gençleri hayatlarını kaybediyor. Her gün bir başka mahallede taziye çadırı...
PKK ortaya çıkmadan evveli Kürt bölgesinde böyle şeyler yoktu.
***
PKK hareketini başlatanların çoğu 20’li yaşlardaydı. Yani tahminen 1955-65 doğumlular. Büyük bir kısmı artık hayatta değil.
Şimdi PKK hareketini sürdürenlerin çoğu yine 20’li yaşlarda. 1980-90 doğumlular. Bundan 20 yıl sonra hala savaş devam ediyor olursa onlar da büyük ihtimalle hayatta olmayacaklar.
Savaşta 30 bin kişi hayatını kaybetti diyorlar. Ben daha fazla olduğunu düşünüyorum.
Toplu mezarlarda bin küsur insan var diyorlar. Kesinlikle daha fazla olduğunu düşünüyorum.
***
Şehirlere, köylere inip bakın. Kendini Kürt yurtseveri olarak adlandıranlardan tek bir kişi yoktur ki asker-polis fiskesi yememiş olsun.
Her birinin mutlaka savaşta kaybettiği bir yakını, bir gözaltı, işkence hikayesi vardır.
Her biri PKK çıkmazdan evvel gül gibi kendi kendine yaşayıp gitmekteydi. Kiminin evi barkı, kiminin tarlası vardı. Kimiyse ırgatlık eder, yine de memleketinde yaşar giderdi.
Şimdi milyonlarcası kendi topraklarından uzakta büyük şehirlerin varoşlarında yaşam mücadelesi veriyor. Hiç azımsanmayacak sayıda Kürt de sürgünde.
PKK’den evveli böyle şeyler yoktu. 
Kürtler neden PKK’ye destek veriyor anlamak zor.
***
PKK’ye verilen destek AKP’ye verilen destek gibi değil. Bedava yakıt, gıda gibi getirileri yok. Devletin sunduğu rant olanaklarından yararlanmanız neredeyse imkansız. Cezası da 3 yıl 9 aydan başlayıp ağırlaştırılmış ömür boyu hapse kadar uzuyor.
Onbinlerce Kürt bugün Türkiye cezaevlerinde. Her gün başka eziyetlerle yaşama tutunmaya çalışıyor. 
Gerçekten çok iyi bir soru: Bütün bunlar ortadayken Kürtler PKK’ye neden destek veriyor? Neden devletinin milletinin (!) yanında yer alıp rahat rahat yaşamak varken bütün bunları çekiyor? Neden silahlı mücadelenin tüm badirelerine katlanıyor, sineye çekiyor?
Anlayabiliyor musunuz?
***
Kürtler ile PKK arasındaki mesafe hiçbir zaman Kürtler ile Türk devleti arasındaki mesafeden daha fazla olmayacaktır.
PKK Kürtlük adına mücadele verirken Türk devleti ise kendi egemenliğini sürdürme mücadelesini veriyor.
PKK’nin verdiği mücadele ilerleme sağlarken Türk devleti klasik politikalarından sürekli olarak geri adım atıyor. PKK Kürtler adına sürekli kazanıyor.
Kürtler hangisine kendisini daha yakın bulur dersiniz?
Hangi gücün etkisi kitleler üzerinde daha fazla olur?
Ve hangisinin kitleler ile kurduğu bağ daha güçlüdür?
Bir de bunları cevaplayın.

(01 Ekim 2011, Yeni Özgür Politika)