Mittwoch, 13. April 2011

Mahpusun Şairleri

Bedri Rahmi Eyüboğlu ile Piraye 1950 yılında Bursa Cezaevine Nazım Hikmet’i ziyarete giderler. İstanbul’la Bursa arasındaki yol parasını artık nadiren denkleştirebilen Piraye, bu nedenle Nazım’ın görüşüne pek nadir gidebilmektedir. Genelde de yanında kendisine yardım eden Nazım’ın dostları vardır. 

Ancak Bedri Rahmi ile Piraye’nin Bursa’ya gittikleri dönemde Nazım açlık grevindedir. Her ikisinin de Nazım’la görüşmesine izin verilmez. Sonra kağıda kaleme sarılır Bedri Rahmi ve şu dizeleri yazar: “Mezar arasında harman olur mu / Onüç yıl hapiste derman kalır mı? / Azrail aç susuz canın alır mı? / Döşek melul mahzun yastık batıyor / Yiğidim şahinim aman yerde yatıyor”

Hani şu Kemalistlerin 1990’lardan itibaren “Uğur Mumcu Marşı” olarak seslendirdikleri Zülfü Livaneli şarkısı var ya. İşte onun sözleri Bedri Rahmi’nin bu “Zindanı Taştan Oyarlar” şiirinden alınmadır. 

Mahpusları anlatmak şimdi medyanın işi. Her gün boy boy haberlerle neyle suçlandıkları, ne savunma yaptıkları, nerede tutuldukları, hangi hastalıktan müzdarip oldukları anlatılıyor.

Herkesin sustuğu zamanlarda mahpusları, mahpusluğu anlatmak şairlerin işiymiş. 

Nazım’dır herhalde modern zamanların en meşhur mahpus şairi. Mahpus özlemlerini, korkularını, mahpusluğun dehşetini, ölümü işler Nazım şiirlerinde. 
Nazım ilk şiirlerinden birinde Bayramoğlu adlı bir mahkumun faytonla gecenin bir yarısında idama götürülüşünü anlatır. Her bir satırında o anın dehşeti vardır:

Taşlarda yuvarlanan
nal ve tekerlek sesleri.
Seslerde seslenen sesler..
İşte bir fayton geçiyor
geçmede
geçti:
son evlerin yakınından
uzağından
ırağından..
Kara bir lanettir ki bu,
kopmuş geliyor gecenin dudağından...
(...)
Karşıdan fayton gelir,
içinde
Bayram Oğlu.
Ölümdür yolu
Bayram Oğlunun
Sonra Sabahattin Ali gelir. Bulgaristan sınırında öldürülüşüne kadar kovuşturmalarla, mahpuslukla ömrünü geçiren Sabahattin Ali. 
Sinop Cezaevini anlatır Sabahattin Ali dillerden düşmeyen “Aldırma gönül” şiirinde. Deniz kıyısında bir zindanda denizi hiç görmeden yaşayan bir mahpusu: 
“Görmesen bile denizi,
Yukarıya çevir gözü:
Deniz gibidir gökyüzü;
Aldırma gönül, aldırma”
Ve Enver Gökçe. Bir görüş günündeki ayrılığı ondan güzel anlatan var mıdır?
“İzin olsun hapisane içinde 
Seni
Senden sormalara doyamam
Yarım döner cıgaranın ateşi
Gitme dayanamam”
Ya Ahmed Arif’in mahpus sevdasını işlediği dizeler:
“Ve ellerim kelepçede,
Tütünsüz, uykusuz kaldım,
Terk etmedi sevdan beni..”

Hatta Melih Cevdet Anday’ın ABD’de Sovyet ajanı oldukları için idam edilen Ethel ve Julius Rosenberg için “Bir Çift Güvercin” şiiri vardır:

“Bir çift güvercin havalansa 
Yanık yanık koksa karanfil 
Değil bu anılacak şey değil 
Apansız geliyor aklıma 
Nerdeyse gün doğacaktı 
Herkes gibi kalkacaktınız 
Belki daha uykunuz da vardı 
Geceniz geliyor aklıma”

Hoş Melih Cevdet bu şiirinde küçük bir hata yapmıştı. Ajanslar Rosenberg’lerin idamınının Türkiye saatiyle sabah saatlerinde gerçekleştiğini duyurmuştu. Ancak idam ABD’de geceyarısı gerçekleşmişti. 

Tabii bu ayrıntı önemsiz. Düşünün Rosenberg’leri bile şairler anlatırdı o zaman. Onları soğuk ajans bültenlerinden kurtarıp idama götürülen bir mahpusun dünyasına götürürlerdi. 

Orhon Seyfi Orhon, Hasan Hüseyin, Nevzat Çelik, A.Kadir, Edip Cansever ve hatta Nazım için bir şiir kaleme alan Cahit Sıtkı ve daha sayamadığım onlarcası.
Mahpusluk üzerine yakılan türküleri, dilden dile dolaşan şarkıları anlatmıyorum bile. 
Şimdi onları anlatmak medyaya düştü. 
Eskiden şairler anlatır mı yek yek. Eskinden türkülerde, türkülerle yaşarlarmış... 



(20 Kasım 2010 tarihinde Yeni Özgür Politika gazetesinde yayınlanmıştır)

Keine Kommentare:

Kommentar veröffentlichen