Mittwoch, 13. April 2011

Lingua Ignota (*)

12. yüzyılın üçüncü çeyreğinin sonlarında Rahip Wolmarus, artık hayatının son günlerini yaşayan Azize Hildegard von Bingen’e yazdığı mektupta şunları söylüyordu: “O zaman nerede o duyulmamış melodi? Ve o bilinmeyen dilden ibaret sesler?”

Azize Hildegard’ın Wolmarus’a ne cevap verdiğini yada bir cevap verip vermediğini bilmiyoruz. Belki de bu mektubu hiç okuyamadı bile. 

Wolmarus’un bu mektubu kaleme almasından kısa bir süre sonra Azize Hildegard, Ren Nehri kenarında küçük bir şehir olan Bingen’de, 17 Eylül 1179’da hayata gözlerini yumdu, Halüsinasyon ve ışık demetleri gördüğünü söyleyen küçük hasta bir kız olarak girdiği kilisede geçirdiği 70 senenin ardından...

Hildegard, ilk kez üç yaşında bir ışık demeti gördüğünü söyler. Kiliseye girdikten sonra bunları Tanrı’nın ışığı ve O’nun kendisine gösterdiği suretler olarak yorumlar. Kırkiki yaşından sonra da yine duyduğunu iddia ettiği bir sesin kendisine emrettiği üzre gördüğü ve duyduğu herşeyi kaleme dökmeye başlar. 

Azize Hildegard’ın gördüğü şeyler konusundaki betimlemelerinden hareket eden ünlü Nörolog ve Yazar Oliver Sacks’a göre O, ileri derecede bir migren hastasıydı. HIristiyan din adamları ise O’nun Tanrı ile bir çeşit iletişim kurduğuna inanmakta. 

Asıl konumuza dönecek olursak...

Müzikle ve mistik olaylarla ilgilenen Azize Hildegard, Kilise çevresinde Lingua Ignota (Bilinmeyen Dil) olarak adlandırılan yapay bir dil icat etmişti. Neden icat etmişti, ne amaçla kullanıyordu; kimse bilmez. 23 harften oluşan bir alfabesi ve Latinceye yakın bir gramer yapısı olan bu dili Hildegard’tan başka kimsenin kullanıp kullanmadığı da bir muamma. 

Kimilerine göre Lingua Ignota sadece deneysel bir çalışmaydı, kimilerine göre ise; Azize Hildegard bu dili kendi sorumluluğu altındaki rahibelere öğretmişti ve bu şekilde rahibelerin özel bir grup olarak kendi aralarındaki ilişkileri sağlamlaştırıyordu. 

Yazımın başında bir pasajını aktardığım Wolmarus’un mektubunda Lingua Ignota’nın mistik bir amaçla kullanıldığının ipuçları veriliyor aslında. Ama bu konuda başka hiçbir kayıt bulunmuyor.

Azize Hildegard, Lingua Ignota konusunda bir kitap da kaleme almış. 

Günümüze bu eserin sadece iki bölümü ulaşmış durumda. Tekstleri de 1011 kelimenin Lingue Ignota’daki karşılığını içeriyor. 

Misal; Lingua Ignota’da “Baba”, “Pueriz” demektir. Oğul da “Scirizin”.

Bir de Lingua Ignota’dan kelimelerin kullanıldığı kısa bir pasaj var elmizde: “O orzchis Ecclesia, armis divinis praecincta, et hyacinto ornata, tu es caldemia stigmatum loifolum et urbs scienciarum. O, o tu es etiam crizanta in alto sono, et es chorzta gemma”.

Tercümesi de becerebildiğim kadarıyla şöyle: “Ah kutsal kolların sarmaladığı, sümbüllerle süslenmiş sınırsız Kilise / Sen ulusların yaralarının ıtırlı kokusu ve ilimlerin şehri / Ah sen kutsal soylu sesle vaftiz edilen / ve sen parıldayan mücevher.”

12. yüzyılda sadece Bingen’de bir avuç insanın haberdar olduğunu varsaydığımız Lingua Ignota ilk yapay dillerden biri olarak kayıtlara geçmiştir. 

Hani Türk tarihçiler 1574 yılında Muhyi-i Gulşeni tarafından kurgulanan Baleybelen’i (dilsizlere dil veren) ilk yapay dil olarak kabul ediyorlar ya, herhalde Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi hakimlerinin de Lingua Ignota’dan haberleri yoktur. Kürtçe’yi “Bilinmeyen Dil” diye adlandırmaları fena yanlıştır. Zira bu tanımlama Lingua Ignota biçiminde literatüre geçmiştir. 

Bu tanımlamanın düzeltilmesi için bir dilekçe mi versek acaba? 

Ama Gülşeni’nin icat ettiği dil, Lingua Ignota’ya oranla çok daha komplike bir yapıdadır. Gülşeni, Baleybelen dilinde 200’ü aşkın eser yazmış ve öğrencilerine bu dili öğretmiştir. Ünlü bilgin, Arap alfabesinin kullanıldığı ve Arapça, Türkçe ve Farsça kelimelerinin karışımıyla oluşturulan yapay dilin çok dilli imparatorlukta ortak bir kültür yaratacağını düşünüyordu. Bir rivayete göre de, bu yapay dilin oluşturulmasını ülke içindeki etnik yapıların daha iyi iletişim kurmasını sağlamayı amaçlayan II. Selim istemiştir. Baleybelen, ancak Gülşeni’nin ölümüne kadar yaşadı ve bir avuç medreseliden başka kimsenin konuşmadığı bir dildi. Bu dil Fransız bir araştırmacı olan Rousseau’nun 19. yüzyılın başında Gülşeni’nin kitaplarından birini Halep’te bulmasıyla yeniden keşfedildi, gramatik yapısının çözülmesi ise ancak yüz yıl sonra gerçekleşti. 

Kilisenin Lingua Ignota’nın varlığından haberdar olmasından sekiz yüzyıl sonra yani. 

Geçtiğimiz yüzyılda (Gülşeni’den akıllı olmasınlar) birkaç akıllı Hıristiyan din adamı çıkıp, Lingua Ignota’nın tüm insanlığın konuşabileceği evrensel bir dil olduğunu iddia etti. Neyse ki bırakalım tüm insanlığı kendi cemaatlerinden dahi ‘Bilinmeyen Dil’i öğrenen çıkmadı. 

Çıksa ne olacak ki; adı üstünde “Bilinmeyen Dil”. 

Velhasıl bugünlerde herkes “Bilinmeyen Dil” dil diye oturup kalkıyor ya, bizim de bu tartışmaya böylece bir katkımız olsun. Hani olmaz öyle şey diyip; bir cehalete düşmeyelim diye. “Bilinmeyen Dil” diye bir tanım var. 

* Bilinmeyen dil 


(06 Kasım 2010 tarihinde Yeni Özgür Politika gazetesinde yayınlanmıştır)

Keine Kommentare:

Kommentar veröffentlichen